23.11.2009

İslam'da Kadın Hakları


Birisine bir kız çocuğu müjdelenirse, üzüntüsünden yüzü simsiyah kesilir..." (Kur'ân-ı Kerîm 16 (en-Nahl)/58 ) Bu âyette Allah (c.c.) cahiliyyet insanının kadına bakışını anlatır ve takbih eder. Halbuki, "Allah diledigine kız, dilediğine erkek, dilediğine ikisini birden verir, dilediğini de kısır yapar." (Kur'ân-ı Kerîm 42 (es-Sûrâ)/49)
Kadın da tıpkı erkek gibi doğar, erkek gibi insan yavrusudur. Şefkatte ve hediyede aralarını ayırırlarsa, anne baba sorumlu olurlar. Peygamberimizin vasiyyetini gözetmemiş olarak şefaatten mahrumiyeti hak ederler. Cahiliyyet duygularının insanlarda zaman zaman depreşeceğini bildiği için, Efendimiz kız çocuklarının, eğitimini özellikle vurgular ve "üç, iki, hattâ bir kız çocuğunu, haklarını koruyarak yetiştiren babanın, Cennette kendisiyle beraber olacağını" (Ibn Mâce, edep3) duyurur.


Çocuğun kız doğmasında da erkekte olduğu gibi, "Şükür" olarak "akîka" kurbanı kesilir. Ismi güzel verilir, zorunlu eğitimi yaptırılır. Gerekli cinsel bilgileri anneden alır. Kur'ân'da ve Sünnette ilme teşvik eden hiç bir nas, kadınları bundan ayırmaz. Tersine, ihmale uğrayacaklarını bildiği için, Peygamberimiz özellikle kadın eğitimini tavsiye etmiş. haklarının korunmasını emretmiştir. Onun devrinde "müctehid" olan kadınlar yetişmiştir. (Meselâ Resûlüllah'ın (s.a.) zevceleri Âişe validemiz bunlardan biridir.)



Kadın hiçbir konuda erkekten ayrı tutulmadan büyütülmüş ve yetiştirilmiş, sıra evlenmesine gelmiştir. Damat adayını görmesi bir hakkı ve aynı zamanda bir sünnettir. Beğenmezse reddeder, velîlerin ve damat adayının ısrarı hiçbir şeyi değiştirmez.
Evlenirken ağırlığını koyar, damat adayından istediği kadar "mihir" alır. Mihir onun Allah'tarafından belirlenmiş en tabii hakkı ve hayat garantisidir. Harcama sahası, meşru çerçevede tamamen kendi iradesine bağlıdır. Mihrini, ya da varsa diğer mal varlığını, hayır yolunda harcayabileceği gibi ticarî işletmelerde kullanabilir, şirketler kurar, şirketlere hisse senetleriyle ortak olur, kazanır ve kazandığını da istediği yerde harcar. Çünkü kendi sosyal güvenliği, kocaya varmakla garanti altına alınmıştır. Ev için ve kendisi için gerekli bütün zarûri harcamalar erkeğin sırtınadır. Erkek, elbiseni ya da süs malzemeni kendi kazancınla al, diyemez. Kendi varlığı ölçüsünde kadının nafakasını sağlamak zorundadır. Sağlayamayacaksa evlenemez. Evlendikten sonra sağlamazsa kadının boşanma talebi olumlu sonuçlanır.
Kocası onu tahkir edemez, onun hayat arkadaşı olduğunu unutmamak zorundadır, darılıp evinde yalnız bırakamaz. Erkeğin en hayırlısı, kadına en iyi davranandır. (Bk. Buhâri, nikâh 43; Müslim, fedâil 68)
Evde hanımıyla şakalaşmak, eğlenmek ve onu eğlendirmek kocanın görevlerindendir.
Kadının hak-hukuk tanımayıp isyan etmesi dışında, sudan bahanelerle erkek karısını dövemez, (Karının dövülmesi konusunda Kur'ân-ı Kerîm 4 (en-Nisâ)/34 âyeti ve tefsirlerine bakılabilir. Örnek olarak bk. Ibn Kesîr N/257; Kurtubî NI/170,172,173; Elmalı N/1351; Ebû Dâvûd, menâsik 56; Ibn Mâce, menâsik 84; Müslim hac 147; Tirmizi, Rada'11; Ebû Dâvûd, menâsik 56; Halebî Sağîr s. 395; Halebî Kebîrs. 621; Canan, Terbiyes. 391;) hastalık kıskançlığından kaynaklanan şüphesinden ötürü karısını anî baskınlarla rahatsız edemez.


Peygamberimiz (s.a.s.) bir hadîslerinde ailesinden uzun zaman ayrı kalan birisinin, haber vermeden gece ansızın eve gelmesini yasaklamıştır. Bunda ayrıca koltuk altı, etek tıraşı ve süslenip taranmayla kocasına hazırlık yapabilme imkânı bulması da, sebep olarak zikredilmiştir. (Bu konuda bir hadîs-i şerîfin meâli şöyledir: "(Uzaklardan) geceleyin geldiğinde hanımmn yanına girme ki, bıçak kullanıp tıraş olsun, dağınıksa tarasın. (gelişine hazırlansın)" Buhârî, nikâli 121,122; Müslim, radâ' 58, imâret 181,182; Dârimî, nikâh 32, cihâd 163; Müsned NI/298. Hadîs şerhleri buna sebep olarak bir de, eve geceleyin aniden girmesinin, hanımının ihanetinden şüphelendiği anlamına gelebileceği ihtimalini gösterirler.)

Kocanın karısını cinsel yönden tatmin görevi de vardır. Peygamberimiz, karısını düşünmeden, işini bitirerek hemen inen insanları horoza, yani hayvana benzetmiş ve sevişip okşama olmadan cinsel ilişkiye geçilmemesini tavsiye etmiştir. (Deylemî'den, Gazâlî, Ihyâ N/52 (Terc. N/129); Ayrıca bk. Suyutî, el Camiu's-sağîr (Fethu'I-Kadîr ile) VI/323) Çünkü erkek bakmakla hemen tahrik olabilir, ama kadın cinsel ilişkiye ancak uzun bir okşama döneminden sonra hazır hale gelir. Iyi bir erkek, karısını bu işe hazırlamayı başarabilen ve kendi doyduğu gibi onu da doyurabilen erkektir. Cinsel ilişkide sadece kendisini düşünen erkekler, karşısındakine zulmettiklerini ve işkence ederek zevk aldıklarını unutmamalıdırlar.
Evlendikten sonra bir yıl içerisinde hiç cinsel ilişki yapamayan erkekten kadının ayrılma hakkı vardır. Kadın "peşin mihrini" almadan kendisini erkeğe teslim etmeyebilir.

Kadının nafakası gibi, tedavisi ve ilâç harcamaları da kocaya aittir. Kadın ekmek yapamayan birisi ise, erkek hazır ekmek almak zorundadır. Süslenmesini istiyorsa, süs malzemeleri ve koku masrafi erkeğe aittir. Yılda yazlık ve kışlık olmak üzere iki takım elbise erkeğe aittir. Anlaşmazlik söz konusu olursa elbisenin nitelikleri mahalli idarelerce tesbit edilir. Kadın, kocası sefere çıkarken, gelmediği günler için nafakasına, ondan kefil alabilir. Âdetli günlerinde kocasından ayrı yatmak isterse, ayrı bir yatak istemek hakkıdır.
Durumuna göre kadın kocasından hizmetçi isteyebilir. Hizmetçinin ücreti kocasına aittir. Örfe göre kadınların yapmaması ayıplanan ev işleri dışında kadın, hiçbir iş yapmak zorunda değildir.
Ihtiyaç duyarsa kocasıyla aylık nafaka miktarında anlaşırlar. Yetmediğini anlarsa artırmasını ister, koca kabul etmezse mahkemeye başvurabilir.
Kadın kocanın yakınlarını istemediği takdirde, kocası onu müstakil bir evde oturtmak zorundadır. Buna sebep olarak, kocasıyla oynaşmak ve yararlanmak arzusuna, onların bulunmasının engel olacağı gösterilmiştir. Hattâ cinsel ilişkiyi bilmeyecek kadar küçük olan çocuğu dışındakiler için de aynı sebeble ayrı odalar istemek, kadının hakkıdır.
Kadının, haftada bir kez anne-babasını ziyaret hakkıvardır, erkek buna engel olamaz.
Erkeğin haklarına bir zarar vemeyen meşru işlerde; kadının meşru çerçevede çalışmak hakkıdır.
Âdet ve lohusalıktan ötürü hamama gitmek istediği takdirde, hamam parasını erkek verir, ancak hamamda avret yerlerinin açılmamasına riayet edilmediği biliniyorsa, kadın hamama gönderilmez.
"Ric'î" (dönülebilir) ya da "bâin" talakla boşanan karısının her türlü nafakasını, iddeti içerisinde erkek verir.
Bu söylediklerimiz bütün fıkıh kitaplannda kadının erkek üzerindeki hakları sayılırken açıklanan konulardan sadece birkaç örnektir. Sonra bunlar birer tavsiye niteliğinde değil, yaptırımı olan kanûni haklardır. Karadeniz'de, Anadolu'da. şurada-buradâ kadınlar çalıştırılıyor ve ancak erkeğin yapabileceği zor işler altında eziliyorlarsa, bunun suçu İslam'ın değil, Islâmı onların hayatından uzaklaştıranların olsa gerektir.,
Bir seçim sözkonusu olduğunda kadının seçme hakkının bulunduğunu çoğu Islâm bilginleri söylemişlerdir. Çünkü onların böyle bir hakkının olmadığına dair hiçbir delil yoktur. Kaldı ki seçme, "bey"at"tan ibarettir.

Halbuki, Peygamberimiz kadınlardan da bey'at almıştır. (bk. Kur'ân-ı Kerîm 60/12 âyeti ve tefsirleri.)

Hz. Ömer'den sonra seçilecek halife için, evlenmemiş genç kızlar dahil, herkesten fikir alınmıştır.(bk. Muhammed Hamîdullah, Islâm Müesseselerine Giriş Ist.1981, s. 112 (Ibn Kesîr'den nakil))



Nihayet kadın öldüğünde kefeni de kocasına aittir. (Özet olarak sunduğumuz bu maddelerin daha geniş bir açıklaması için bk. Ibn Âbidîn, Reddü'l-muhtâr, Mısır 1380 (1960) NI/571 vd. Ayrıca bütün fıkıh kitaplarının nafaka bölümleri ve özellikle Serahsî, Mebsût V/180 vd.)
Görüldüğü gibi kadın geçim konusunda hiçbir derdi ve endişesi olmayan, yani alabildiğine sosyal güvenliği bulunan bir insandır. Ve bütün bunlar bir anlaşmazlık sözkonusu olduğunda mahkeme kararı ile belirlenecek olan kanunî haklardır. Yoksa Islâm'da karı-koca birbirinden devamlı hak koparmak için çekişip duran iki düşman kutup değildirler. Birbirlerini tamamlayan, birbirlerine yardım eden, destek olan, huzur ve moral kaynağı oluşturan, bir bütünün iki yarım parçasıdırlar. Tıpkı Peygamberimiz'in ev işlerine yardım etmesi, Hz. Ali ile eşi Fatıma arasında iş bölümü yapması gibi.

3.11.2009

266.Mektup'tan Önemli Notlar.(İmam-ı Rabbani (k.s))


İBÂDETLER: Îmânı, i’tikâdı düzeltdikden sonra, fıkh ahkâmını, [ya’nî dînimizin emr etdiği ve yasak etdiği işleri] öğrenmek, elbette lâzımdır. Farzları, vâcibleri, halâl ve harâmları, sünnet ve mekrûhları ve şübhelileri lüzûmu kadar öğrenmeli ve bu bilgi ile hareket etmelidir.

Fıkh kitâblarını öğrenmek, her müslimâna lâzımdır. [Bunları bilmeden müslimânlık olmaz.] Allahü teâlânın emrlerini yapmağa, Onun beğendiği gibi yaşamağa çalışmalıdır. Onun en çok beğendiği ve emr etdiği şey, hergün beş vakt nemâz kılmakdır.

Nemâz, dînin direğidir. Nemâzın, ehemmiyyetinden ve nasıl kılınacağından birkaç şey bildireceğim. Cân kulağı ile dinleyiniz!


Önce, sünnete [ya’nî fıkh kitâblarında yazılana] tâm uygun olarak, abdest almalıdır. Abdest alırken yıkanması lâzım olan yerleri üç def’a ve her def’asında, her taraflarını temâm yıkamağa çok dikkat etmelidir. Böylece, sünnete uygun abdest alınmış olur.

Başa mesh ederken, başın her tarafını kaplıyarak sığamalıdır. Kulakları ve enseyi iyi mesh etmelidir. Ayak parmaklarını hilâllerken, [ya’nî parmak aralarını temizlerken] sol elin küçük parmağını, ayak parmaklarının alt tarafından, aralarına sokulması bildirilmişdir. Buna ehemmiyyet vermeli, müstehab diyip geçmemelidir.

Müstehabları hafîf görmemelidir. Bunlar, Allahü teâlânın sevdiği şeylerdir ve beğendikleridir.

Eğer, bütün dünyâyı vermekle, beğendiği bir işin yapılabileceği bilinmiş olsa ve dünyâyı verip o iş yapılabilse, çok kâr edilmiş olur ve birkaç saksı parçası verip kıymetli bir elması ele geçirmek gibi olur. Yâhud, birkaç çakıl parçasını verip, ölmüş bir sevgilinin rûhunu geriye getirerek, hayât kazandırmak gibidir.

Nemâz, mü’minlerin mi’râcıdır. Ya’nî, mi’râc gecesinde Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem” ihsân olunan ni’metler, bu dünyâda, Onun ümmetine yalnız nemâzda tatdırılmakdadır. Erkekler, farz nemâzları cemâ’at ile kılmağa çok dikkat etmeli, hattâ birinci tekbîri imâm ile berâber almağı kaçırmamalıdır. [Kadınların gerek cemâ’at ile nemâz kılmak için, gerekse hâfız dinlemek veyâ mevlid dinlemek için, câmi’lerde erkekler arasına karışmaları ve hele sevâb kazanmak için Cum’a nemâzlarına gelmeleri günâhdır.]

Nemâzları vaktinde kılmak [ve vaktinde kıldığını bilmek] şartdır. [Yalnız iken, her nemâzı evvel vaktinde kılmalı, ikindiyi ve yatsıyı İmâm-ı a’zamın kavline göre kılmalıdır. Nemâz ne kadar geç kılınırsa sevâbı o kadar azalır. Müstehab olan vaktler, cemâ’at ile kılmak için, mescide gitmek içindir. Nemâzı kılmadan vakti çıkarsa, adam öldürmüş gibi büyük günâh olur. Kazâ etmekle, bu günâh afv olmaz. Yalnız borc ödenir. Bu günâhı afv etdirmek için, tevbe-i nasûh yapmak veyâ hacc-i mebrûr yapmak lâzımdır. (İbn-i Âbidîn).]
Nemâzda Kur’ân-ı kerîmi sünnet olan mikdârda okumalıdır. Rükû’de ve secdelerde hareketsiz durmak, herhâlde lâzımdır. Çünki, farz veyâ vâcibdir. Rükû’den kalkınca, öyle dik durmalıdır ki, kemikler yerlerine yerleşsin. Bundan sonra, bir mikdâr, bu şeklde durmak farzdır veyâ vâcib veyâ sünnet demişlerdir. İki secde arasında oturmak da böyledir. Bunlara herhâlde çok dikkat etmelidir. Rükû’de ve secdelerde tesbîh en az üç kerredir. Çoğu yedi veyâ onbirdir. İmâm için ise, cemâ’atin hâline göredir.


Kuvvetli bir insanın, sıkıntısı olmadığı zemânlarda, yalnız kılarken, tesbîhleri, en az mikdârda söylemesi, ne kadar utanacak bir hâldir. Hiç olmazsa, beş kerre söylemelidir. Secdeye yatarken, yere dahâ yakın azâyı, yere dahâ evvel koymalıdır. O hâlde, önce dizler, sonra eller, dahâ sonra burun, en sonra da alın konur. Dizlerden ve ellerden, evvelâ sağlar yere konur. Secdeden kalkarken, yukarıda olan a’zâ evvel kaldırılır. O hâlde, evvelâ alın kaldırılmalıdır.


Ayakda iken, secde yerine, rükû’de iken ayaklara, secdede burun ucuna ve otururken iki ellere veyâ kucağına bakılır. Bu söylediğimiz yerlere bakıp da, gözler etrâfa kaymaz ise, nemâz, cem’ıyyetle kılınabilir. Ya’nî kalb de, dünyâ düşüncelerinden kurtulabilir. Huşû’ hâsıl olur. Nitekim, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” böyle buyurmuşdur. El parmaklarını rükû’de açmak ve secdede birbirlerine yapışdırmak sünnetdir. Bunlara da dikkat etmelidir. Parmakları açık yâhud bitişik bulundurmak sebebsiz, boş şeyler değildir. İslâmiyyetin sâhibi [ya’nî Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”] fâidelerini düşünerek böyle yapmışdır. Bizler için, islâmiyyetin sâhibine uymak kadar büyük bir fâide yokdur “aleyhissalevâtü vesselâm”. Bu söylediklerimiz, fıkh kitâblarında bildirilen şeyleri yapmağa teşvîkdir, heveslendirmekdir. Allahü teâlâ, bize ve size islâmiyyetin gösterdiği sâlih işleri yapmak nasîb etsin! Peygamberlerin seyyidi, efendisi, en iyisi, en üstünü hurmeti için “aleyhi ve aleyhim ve alâ âli küllin minessalevâti efdalühâ ve minetteslîmâti ekmelühâ”, bu düâmızı kabûl buyursun! Âmîn.


...Tesavvuf yolu çokdur. Bunların içinde en lüzûmlusu ve en uygunu sünnete yapışan ve bid’atlerden kaçan büyüklerimizin yoludur. Bu büyükler, her sözlerinde ve her hareketlerinde, sünnete uyup da, kendilerinde hiçbir keşf, kerâmet, hâl, görüş ve bilişler hâsıl olmaz ise, hiç üzülmezler. Fekat bunların hepsi hâsıl olup da, sünnete uymakda gevşek davranırlarsa, bunları hiç beğenmezler. İşte bunun içindir ki, bunların yolunda simâ’ ve raks, [ya’nî mûsikî ve dans gibi şeyler] yasakdır. Böyle şeylerden hâsıl olacak lezzet ve hâllere kıymet vermemişlerdir. Hattâ, yüksek sesle zikr etmeğe bid’at demişler. Bundan hâsıl olan şeylere dönüp bakmamışlardır.


Tesavvufcuların birşeyi yapıp yapmaması, halâl veyâ harâm olmasını göstermez. Onlara bakılmaz. Yapdıklarına da birşey demeyiz. Ma’zûr görürüz. Onların hâlini, Allahü teâlâ bilir ve bildiği gibi karşılar. Birşeyin halâl veyâ harâm olduğunu anlamak için,


İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin, imâm-ı Ebû Yûsüf Ensârînin ve imâm-ı Muhammed Şeybânînin sözlerine bakılır.

Ebû Bekr-i Şiblî ve Ebül-Hüseyn-i Nûrî ve Cüneyd-i Bağdâdî “rahmetullahi aleyhim” gibi, tesavvuf büyüklerinin yapıp yapmadıklarına bakılmaz. [Fekat, bunların islâmiyyetden verdikleri haberler çok doğrudur. Bildirdiklerinin hepsine inanmak ve uymak lâzımdır.] İslâmiyyetden ve tarîkatden haberi olmıyan, ham sofular, pîrimiz böyle yapdı diye, behâne ederek, hayhuy etmeği, tegannî ve dans etmeği, din ve ibâdet hâline sokmuşlar. Bunlarla sevâb kazanıyoruz sanmışlar.


En’âm sûresinin yetmişinci ve A’râf sûresinin ellinci âyetinde meâlen, (Ey sevgili Peygamberim “sallallahü aleyhi ve sellem”! Dinlerini, ibâdetlerini, [şarkı ile, mûsikî ile] oyun ve eğlence hâline sokanlardan uzak ol! Onlar Cehenneme gideceklerdir) buyurulmuşdur.


23.10.2009

Efendimiz'e (s.a.v) Yazılmış Bir Güzel Mektup


Bu mektup'tan haberim bugün oldu. Cumayı kıldığım yerdeki hoca okuyunca ve kimin yazdığını söyleyince, dünyam ve zihnim sarsıldı.. Allah razı olsun ey güzel yürek, Rabbim sendeki hassasiyeti bizede nasip eylesin..


O Mektup:

Babası Nebi Doğanay Medine de bir şirkette elektrik teknisyeni olarak çalışan Allah dostu ve peygamber aşığı bir kardeşimiz işin son günü sabah mesaisinde kendisine verilen teknik görevi tamamlayıp ayrılmak üzere iken Rasulullah’ın Ravzasında elektrik çarpması sonucu vefat etti ve Cennetul Bakiye defnedildi. Tabii ailesi mecburen Türkiye’ye döndü. O zaman 7 yaşında olan oğlu bugün ortaokul öğrencisi. Kompozisyon dersi ödevi olarak bir makale yazmış ve birincilik almış. İşte o peygamber aşkını en derinden yaşayan bir yüreğin yansımaları... Biliriz ki dil kalpten geçen her şeyi ifade edemez. Allah bize de Resulullah sevgisi nasip etsin.


.................................................. Bir seni güneşim, bir babamı, bir de terliklerimi bırakmıştım geldiğim yerde

Bir ilkbahar gününde güller gibi kokan Medine'de dünyaya gözlerimi açmışım. Doğduğum hastane senin Ravzanın hemen yanı başında olduğu için, duyduğum ilk koku senin bahçenin gül kokuları olmuş. Babam gelip de daha kulağıma ezan okumadan, kulaklarım senin mescidinin ezan sesleriyle şereflenmiş. 40 günlük olduğumda ilk ziyaretimi de senin Hane-i Saadetine yapmışım. İlk adımlarımı senin Ravzandaki mermerlerinde atmış, ve Rabbimle ilk buluşmamı, ilk secdemi senin mescidinde yapmışım. Hemen hemen yaptığım her ilkte sen varsın. Daha konuşmasını öğrenmeden seni sevmeyi öğrendim ben. Belki seni çok tanımazdım ama sanki bana çok çok yakınmışsın gibi severdim seni.



Senin evini her ziyarete gelişimizde seni görmesek bile senin varlığını hisseder, evinden her ayrılışımızda hüzünlenirdik. Çocuklar evde sıkılınca babaları parka, eğlence yerlerine götürsün isterler. Biz Medine’de yaşadığımız sürece hiç babamızdan parka götürmesini istemedik. Bizim canımız sıkılmaz mıydı acaba hiç? Sanırım Medine’deki hiçbir çocuğun canı sıkılmazdı. Çünkü orada hiçbir yerde olmayan gül bahçesi ve bahçenin biricik efendisi vardı. Bizim vaktimizin çoğu o bahçede geçerdi. Senin bahçenin mermerlerine ayakkabı ile basamazdık. Yalınayak dolaşırdık mermerlerin üstünde. Kim bilir, korkardık belki de bahçenin güllerine basıvermekten. Yazın mermerler ayaklarımı yakardı. Olsun bu da bizim hoşumuza giderdi.


Babama sormuştum bir seferinde - babacığım neden Medine bu kadar sıcak diye. Babam da - evladım Medinede iki tane güneş varda ondan, derdi. - Nasıl olur babacığım, güneş bir tane değil mi? derdim. Babam gülerek - bak yavrum doğru, bütün dünyayı ısıtan bir güneş var ama bir de alemleri ısıtan ve aydınlatan güneş var. O güneş de Medine’de olunca sıcaklık iki kat oluyor. Babamın bu cevabı hoşuma giderdi ve ısınırdım. Gerçektende ayaklarımızı mermerler ısıtıyordu ama senin güneşinde, sıcaklığında içimizi ısıtıyordu. Medine’den ayrıldığımızdan beri belki ayaklarımız ısınıyor ama içimiz bir türlü ısınamıyor. Çünkü güneşimizin en büyüğünü orada bırakmıştık. Ben güneşimi kaybetmiştim. Onun evine, bahçesine gidemiyordum artık. Gerçi ışığı ta buralarda bizi aydınlatıyordu ama içimi ısıtması için onun Ravzasında yalınayak koşmam lazımdı.


Evet, bahçende yürürken ezanlar okunurdu. Öyle güzel okur ki Medine müezzini ezanı, sanki Bilali Habeşi okuyor sanırsınız. Namaz kılmak için Mescide koştururduk, bilir bilmez. Babamın yanında namaz kılardık. Büyük sütunların altından gelen soğuk havadan saçlarımızı savur turduk. Zemzem bardaklarından güller yapardık. Namaz kılarken yanımıza usulca bir kedi sokulurdu. Babam 'incitmeyin sakın, onlar Ebu Hüreyrenin kedileri' derdi, biz de inanırdık. Senin Mescidine kediler de girebilirdi. Sen çok iyi bir ev sahibiydin çünkü. Çarşamba günleri hep Uhud'a giderdik. Senin çok sevdiğin amcanı ziyaret etmeye, o bizim de amcamızdı. Kardeşlerimle Ayneyn tepesine çıkar oradan Uhud’da yatan 70 şehide selam verirdik.


Uhud dağına her baktığımızda sanki orada seni görür gibi olurduk. Uhud’da senin Ravzanın kokusu gibi gül kokardı. Orası da ayrı bir gül bahçesi idi sanki. İşte benim yedi senem ki en değerli en güzel yıllarım senin köyünde, senin gül bahçende, senin savaştığın yerlerde sanki yanımda sen varmışsın gibi seninle dopdolu geçti. Seni görmesem de seninle yaşamaya o kadar alışmıştım ki senin yanından ayrılırken sanki bir yanım, bir canım, bir parçam orada kalmıştı. Buraları bana gurbet oluverdi. Elimde olsa hemen yanına koşar gelirim ama hep büyüyünce gidersin diyorlar.

Ben sırf senin yanına gelebilmek için büyümek istiyorum. Senin yanına geldiğim zaman büyümüş bile olsam bahçendeki mermerlerde yalınayak dolaşacağım. Tâki güneşin içimi ısıtana kadar. Senin hasretinden içim üşüyor. Belki hasretin herkesi yakar, beni de üşütüyor işte. Çünkü benim ruhum doğduğumdan beri senin sevginle ısınmaya alışkın. Senin sıcaklığına o kadar muhtacım ki. Ne olur ben sana gelemesem bile sen beni hiç bırakma. Işığınla gecelerimize nur ol. Sıcaklığınla bütün zerrelerimizi ısıtıver.


Hani sana Medineyken komşuyduk ya, evlerimiz birbirine çok yakındı. Senin varlığın bize güven verirdi hep. Yine öyle ol, ara sıra da olsa evimizi şereflendiriver. Hem benim adım Nebi, aynen seninki gibi. Bu ismi bana seni çok seven bir dostun koymuş. Diğer adım da Muhammed, yine senin gibi. Bu ismi de canım babacığım koymuş. Buraya gelirken senin köyünde bıraktığımız babacığım. Sana benzeyen bir yanım daha var. Ben de senin gibi babasız büyüyorum. Ben çok şanslıyım, sen bize asla yetimliğimizi hissettirmedin. Medine’den ayrıldığımızdan beri sanki sen hep yanı başımızdaymışsın gibi hissediyorum. Geceleri korkmadan güvenle uyuyorum hep. Seni tanıdığım ve seni sevdiğim için Rabbime binlerce kez teşekkür ederim. Babam senin köyünde kalmıştı.


Biz babamın cenazesini gömerken ağabeyimin terlikleri babamın kabrine düştü ve orada kaldı. Ben o terlikleri çok kıskandım. Çünkü ağabeyimin terlikleri hep babamla kalacaktı. Babamı son ziyaret edişimizde bende kimse görmeden terliğimi babamın kabri üstüne gömüverdim. İşte şimdi benim terliğim de hep babamla kalacaktı. Evet demiştim ya bir güneşimi, bir babamı, bir de terliklerimi bırakmıştım geride. Babam ve terliklerim hep oradaydı, gelemezlerdi. Ama güneşim hep yanımızdaydı. Yetimlerin efendisi, yetimlerini hiç ışıksız bırakır mı? Dünyanın bir ucuna gitmiş olsaydık bizi bırakmayacağını biliyordum. Gözümüz gönlümüz seninle aydınlanır efendim. Ruhumuz, içimiz sıcaklığınla ısınır. Bir gün sana gelişim geç bile olsa bana, Gül bahçesinin mermerlerinde yalın ayak koşmak nasip et. Tâki aşkınla, sevginle bütün bedenim yanıp kavrulsun. Terliklerimi bıraktığım o güzel mabet son durağım olsun.


Nebi Doğanay

12.10.2009

Mezheplerle Alakalı Bir Kısım Sorular


35 - Soru: Biz Hanefîlerin itikatta İmamı Ebu Mansur Muhammed Maturidi'dir. Diğer üç mezhebin imamları aynı mıdır?Cevap: Şafii, Maliki ve Hanbeli mezhebi mensuplarının itikadi meselelerde İmamı, Ebu'l-Hasen el-Eşari'dir.


36 - Soru: Mezhepler arasındaki farkların giderilmesi ve bunların birleşmesi kabil midir? Bir mezhepte olan kimse diğer mezhepteki bir şahsa ne zaman imamlık yapabilir? Birbirinin mezhebine girebilir mi?

Cevap: Mezheplerin arasındaki fark, esasta değil, fer'i hükümlerdedir. Namaz, her mezhepte farzdır. Fakat namazın farz ve vaciblerinin sayısında mezhepler arasında fark bulunabilir. Hanefi, Maliki, Hanbeli ve Şafii gibi mezhebin salikleri, diğer bir mezhepteki imama uyabilirler. Yeter ki imam olan şahıs kendisine uyacak diğer mezhepteki şahsın mezhebindeki abdesti bozan şeylerden sakınmış olsun. Bunların birleşmesi (telfiki) doğru ve caiz değildir. Tamamen taklit etmek şartıyla bir Şafii, Hanefi mezhebine girebilir. Bir Hanefi de Şafii mezhebini taklit edebilir. Fakat canının istediği zaman Hanefi, işine geldiği zaman Maliki veya Hanbeli mezhebini taklit etmek suretiyle daldan dala konan kuş misali hareket edemez.


37 - Soru: Mezhebler ne için ve nasıl ve ne zaman çıkmıştır?

Cevap: Ashab-ı Kiram devrinden sonra, Kur'an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerden hüküm çıkarma kudretine sahip müctehidler azalmıştı. Bunun üzerine Müslümanlar, içtihat kudretinde bulunan fakihlere tabi olma yolunu tuttular. Onların derslerinde bahsettikleri mevzular, sorulara verdikleri cevaplar ve fetvalar halkın takip ettiği bir yol ve fıkhi bir mezhep olarak doğmuş oldu.


38 - Soru: Suudi Arabistan ve diğer Arab memleketlerinde İslamiyeti ehl-i sünnet mezhebi üzere yaşayanlar var mıdır?

Cevap: Suudi Arabistan devleti, Vehhabilik mezhebinin yayılmasını hedef almış bulunmaktadır. Fakat halkın arasında ve bilhassa orada yerleşmiş Türklerde ehl-i sünnet mezhebiyle amel etmek yaygındır.

39 - Soru: Bir kimse, canı istediği zaman Hanefi mezhebine, dilediği zaman diğer mezheblerin hükümlerine göre hareket edebilir mi?

Cevap: Edemez. Taklitte bir imam tercih etmesi gerekir.


40 - Soru: Ehl-i sünnetin dört fıkhi mezhebinin dışında, yine ehl-i sünnete bağlı olduğu halde, tabileri kalmadığından yaşayamamış ve bu sebeple günümüze kadar gelememiş fıkhi mezhebler var mıdır? Varsa adları nelerdir?

Cevap: İkinci ve üçüncü asırda, en fazla şöhret yapmış müctehidler; İmam-ı Azam Ebu Hanife, İmam Malik, İmam Şafii, İmam Ahmed bin Hanbel'dirler. Tabiin ve tebei tabiinden müctehidlik derecesinde bulunup da mezhepleri devam etmemiş bulunan zatlar şunlardır: İbrahim Nehai, İbni Ebi Leyla, İbni Şübrüme, Süfyan-ı Sevri, Hasan ibni Salih, Abdurrahman Evzai, Amr b.Haris, Leys bin Sa'd, Abdullah ibni Ebi Cafer, İshak bin Raheveyh, Ebu Ubeyd Kaasım bin Selam, Ebu Sevr-i Bağdadi, İbni Huzeyme, İbni Nasr-ı Mervezi, İbni Münzeri Nisaburi, Davud-ı Zahiri, İbni Cerir-i Taberi.


41 - Soru: Mezheplerin hak ve batıl olduklarını nereden anlayıp da hak-batıl olduğuna hükmediyoruz? Bazı mezhepler var ki aynı yıl içinde kurulmuşlardır. Mesela Zeydi, Caferi ve Hanefi mezhepleri gibi. Ayrıca Caferi mezhebinin kurucusu diye bilinen Cafer-i Sadık (k.s.) silsile-i sadatdan değil mi?

Cevap: Mezheplerin hak oluşu, umumi hükümler bakımından, İslam dininin inanç, ibadet ve muamelat ile alakalı hükümlerine her bakımdan uygun düşmesi ile anlaşılır. Batıl mezhep de bu esaslara ters düşen yolun adıdır. Mezhep kurucularının aynı tarihte yaşamaları, aynı şehir ve hatta aynı medresede yetişmiş olmalarıyla, kurdukları mezheplerin hak veya batıl olarak vasıflandırılmasında aynı sıraya konulamaz. O zatın İslam'a mutlak bağlı olması, fasit te'villere, kusurlu tefsirlere ve mantıksız tezvirlere kaçmaması ile mezhebinin hak olduğu anlaşılır. Vasıl bin Ata, Hasan Basri Hazretleri'nin rahle-i tedrisinde yetişmiş ve fakat sonunda ondan yüz çevirmiş ve Mütezile'nin önderi olmuştur.


42 - Soru: Ehl-i sünnet dışında kalan fırka-i dalaletten hangisi küfre nisbet olunur?

Cevap: Bu hususta size, Milel ve Nihal Tercümesi'ni tetkik etmenizi tavsiye ederim.


43 - Soru: Ehl-i sünnet ve'l-cemaattan olan mezheplerin hak olduğunu biliyoruz ve inanıyoruz. Fakat, bize "Hak olduğunu ne ile isbat edersiniz, deliliniz nedir?" diye soruldu. Bu hususta bizi aydınlatır mısınız?

Cevap: Allah'ın (cc) kitabı ve Resulü'nün (sav) sünneti, amellerin hükme bağlanmasında en sağlam ölçü ve şaşmaz bir kıstastır. Bu esaslara uyan bir şey, meşru ve hakka uygun kabul edilir. Ehl-i sünnet mezhebinin hak olduğunu, Allah'ın(cc) Kitabındaki hükümlere, Resulü'nün(sav) sünnetine ve Ashab-ı Kiramın yürüdüğü yola uygun olması ile isbat ederiz.


44 - Soru: Şafii mezhebine mensup bulunan bir kişi, vefat ettiği zaman devri nasıl yapılacak?

Cevap: Aynı Hanefi mezhebinde olduğu gibi yapılacaktır.


45 - Soru: İslamiyet bir olduğuna göre mezhep ne için dört olmuştur?

Cevap: El bir tane olduğu halde, parmakların beş tane oluşu nasıl bizim iş görmemizi kolaylaştırmakta ise, mezheplerin durumu da aynen öyledir. Hepsi İslam esaslarına bağlı olup, halkın kolaylığı içindir.


46 - Soru: Vehhabilik nedir, hangi ülkede mevcuttur?

Cevap: "Selefi'lik iddiası içinde kamufle edilmiş, sarılıp sarmalanmış bir "Mücessime" sempatizanlığıdır. Suudi Arabistan'dan kaynaklanmaktadır. Orada tahsil görmüş bazı kimseler tarafından veya bu işin çığırtkanları vasıtası ile İslam aleminin birçok beldesine sıçramıştır.


47 - Soru: Bizim mezhep (Hanefi) de altın diş yasak mı?

Cevap: Dişinde çürük falan yok iken keyf ve süs için yaptırılırsa hem gusle mani, hem de altınla zinetlenmek erkeğe haramdır. Fakat dişlerindeki çürük sebebiyle yaptırılacak ise, bu zaruret halidir. Zaruret halinde ve zaruret miktarını geçmemek şartı ile diş doldurtmak veya altın kaplatmak İmam Muhammed'e göre caizdir.


48 - Soru: Ramazan ve Kurban Bayramı namazları biz Hanefîlerce vacib bulunmaktadır. Diğer üç mezhepte bu namazların hükmü nedir?

Cevap: Maliki ve Şafii mezheplerinde, bu namazlarla ilgili iki hüküm vardır. Birinci hüküm, bu namazlar sünnet, diğer bir kavle göre farzdır. Hanbeli mezhebinde ise farz-ı kifayedir.


49 - Soru: Sehiv secdesi, biz Hanefilere göre vacibtir. Şafii mezhebine göre bu secdenin hükmü nedir? Zira bulunduğumuz yerlerde Şafii bir imama uyduğumuz oluyor. Durumu bilmemizde fayda vardır?

Cevap: Sehiv secdesi, gerek Şafii gerekse Maliki mezheplerinde "sünnet" bulunmaktadır. Ancak şu var ki, imam sehiv secdesi yapacak olursa, bu mezhepteki kimsenin imama uyarak secdeyi yapması vacib olur.


50- Abdürrahim Fetvalarından: "Hanefi olan Zeyd, Şafii mezhebine geçtiğinde tazir olunur" (H.Ec. 2/164)Açıklama: Hanefi mezhebi, Şafii mezhebinden daha kolay hükümleri içine almış bulunmaktadır. Bu itibarla, tercih ettiği Şafii mezhebinin hükümlerini yerine getirmekte kusur etmesi ihtimaline binaen şer'i hakim tarafından uyarılır ve gerekirse tazir edilir. Buradaki tazir, tazip ve tecziye mânâsında anlaşılmamalı, sadece bir uyarma olarak kabul edilmelidir.
Kaynak:"Mehmed Emre Fetvaları"

30.09.2009

İstiğfarın Ehemmiyeti


Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurdular ki:

• Her derdin devası vardır. Muhakkak günahların devası da istiğfardır.

• "Bütün âdemoğlu için iki sahife vardır. Sahifenin birine gündüz işlediği ameller yazılır. Diğerine de gece işlediği ameller yazılır. Sonra bu iki sahife dürülür. Eğer onlarda, -bir günah için de olsa- istiğfar varsa nur saçarlar. İstiğfar yoksa, karanlık ve simsiyah bir şekilde dürülürler."

• "Her gün, iki defa, yâni sabah ve akşam istiğfar getirmeyen kimse kendine zulmetmiştir."

• "Israrla beraber küçük günah kalmaz (büyük olur), istiğfarla da büyük günah kalmaz (af olunur)."

İstiğfar, üzüntülerden kurtulmak için bir çıkış yoludur. Hz. Huzeyfe (r.a.) buyurdu ki: "Aileme karşı dilimde kötü sözler olurdu. Ben bunu Resûlullâh'a sordum. Bana, 'Ey Huzeyfe, istiğfarla aran nasıl? Ben Allah'a, günde yüz defa istiğfar ederim. Ümmetimin hayırlıları, iyilik yaptıkları zaman sevinirler, kötülük yaptıkları za­man da istiğfar ederler.' buyurdu."

İstiğfar; malı, hattâ evlâdı da çoğaltır buyurulmuştur.

Bir adam, Hasan-ı Basrî'ye (r.h.) gelip kıtlıktan şikâyet etti. 'Allah'a istiğfar et.' dedi. Başka birisi gelip fakirlikten şikâyet etti, başka biri, neslinin az olmasından, bir başka­sı da toprağının verimsizliğinden şikâyette bulundu. Bun­ların hepsine Allah'a istiğfar etmelerini emretti.

Bunun üzerine Rabî' bin Sabîh, 'Sana adamlar geldi. Hepsi fark­lı şeylerden şikâyet ettiler ve senden yardım istediler. Sen de hepsine aynı şeyi söyledin.' deyince,

Hasan-ı Basrî (r.h.) cevap olarak "Gelin dedim: Rabbinizin mağfireti­ni isteyin, çünkü O, mağfireti çok bir Gaffardır. Bol hayır ile üzerinize semâyı (yağmuru) salsın ve size mallar ve oğullarla imdat eylesin ve sizin için cennet­ler yapsın, sizin için ırmaklar yapsın." mealindeki (Nuh sûresi, 10-12.) âyet-i kerîmeleri okudu.

17.09.2009

Gizli Şirkin Farkında mıyız?


Ey oğul! Sen hiçbir şey üzerinde değilsin. Senin müslümanlığın da sıhhatli değil. İslam, üzerine bina kurulan temelin ta kendisidir. Senin şehadet getirmen de tam olmamış, eksik. Zira dilinle Lâilâhe illallah: “Allah’tan başka ilâh yoktur”diyorsun, fakat kalbinle bunu yalanlıyorsun.


Kalbinde, içinde birçok ilâhlar var. Senin, devlet büyüklerinden ve mahalli idarecilerden korkman,içinde birer ilâhtır. Kendi çalışmana, kendi kazancına, kendi gücüne kuvvetine, kendi kulağına,kendi gözüne, kendi zorbalığına güvenmen, içinde birer ilâhtır.


Zararı, faydayı, bir nimete nail olmayı,bir nimetten yoksun kalmayı insanlardan bilmen,içinde birer ilâhtır. İnsanların çoğu, kalpleriyle, iştebu saydıklarımıza güvenirler, dayanırlar. Fakat kendilerine sorarsan, Allah’a dayanıp güvendiklerini söylerler.


Lâ ilâhe: “Hiçbir ilâh yoktur,” dediğin zaman,bununla toptan bir reddi (nefyi) onaylıyorsun.


İllallah: “ancak Allah vardır,” dediğin zaman ise,yine Allah için toptan bir kabulü (ispatı) onaylamış oluyorsun. Bu durumda, her ne zaman kalbin,Hak’tan gayrı bir şeye dayanır, güvenirse; o zaman yukarıdaki külli ispatında yalancı durumuna düşmüş, yani kendi kendini yalanlamış oluyorsun. Kendisine dayanıp güvendiğin o şey de, senin ilâhın oluyor. Gerçek ve fiili durum budur. Zahire itibar yoktur.Kalbinde birçok ilâh varken, sen nasıl



Lâ ilâheillallah: “Allah’tan başka ilâh yoktur,” diyebilirsin?Allah’tan başka güvenip dayandığın her şey, senin putundur. Kalbinde şirk, yani ortak koşma bulunduğu müddetçe, dilinle Kelime-i Tevhid’i söylemen sana fayda vermez. Kalp pis oldukça,bedenin temiz olması sana yarar sağlamaz. Tevhid ehli, şeytanını ezer. Şirk ehlini ise şeytanları ezer. İhlas, sözlerin de, amel ve fiillerinde özüdür. Zira gerek sözler, gerekse fiil ve ameller ihlastan, içtenlikten yoksun bulundukları an, özü olmayan birer kabuk, birer posa haline gelirler. Kabuk ve posa ise ancak ateşte yanmaya yarar;ateşte yandıktan sonra iş görecek hale gelir.

Ey ahali! Nefsleriniz uluhiyet (ilâh olma)iddiasında. Fakat sizin bundan haberiniz yok. Zira nefsleriniz, Hakk’a karşı büyükleniyorlar,kibirleniyorlar. Onlar, Allah’ın muradının gayrını istiyorlar. Onlar Allah’ı sevmiyorlar, bilakis, O’nun düşmanı lanetlik şeytanı seviyorlar.

Allah’ın ezelde takdir ettiği kaderleri gelmeye ve vuku bulmaya başladığı zaman, olanlara boyun eğmiyorlar, teslim olmuyorlar, sabredip tahammül göstermiyorlar.Bilakis itiraz ediyorlar, kaderle çekişiyorlar. İslam’ın hakikatinden onların haberi bile yok.Senin kendisine güvenip ümit bağladığın her şey,senin ilâhındır, mabudundur. Kendisinden korktuğun veya kendisine ümit bağladığın her şey,senin ilâhındır, mabudundur.

Esas sebep olan Allah’ı tamamen unutarak, zararın da, faydanın da kendisinden geldiğini kabul ettiğin her şey, senin ilâhındır, mabudundur. Fakat kısa bir süre sonra görürsün sen. Allah, kendisini bırakıp da güvendiğin ve bağlandığın ne varsa hepsini alır.

Şu hususu iyi bil ki, bütün eşya, sadece Allah’ın hareket ettirmesiyle hareket eder, durdurmasıyla durur. O’nun iradesi ve kuvveti olmadan, ne duran bir şey harekete geçebilir, ne de hareket etmekte olan bir şey durabilir. Kişi bu hususu böylece bilip kabul eltiği zaman, artık insanları ve diğer varlıkları Allah’a ortak tanıma yükünden ve suçundan kurtulur. Allah’a şirk koşmaz. Melekler içinde resim, suret bulunan eve girmezlerse, içinde bir sürü suretlerle putlar bulunan senin kalbine Allah nasıl girer? Allah’tan gayrı her şey bir puttur. Öyleyse sen, putları kır.Evi temizle.Ey dünyaya kulluk edenler! Ey ahirete kulluk edenler! Siz, Allah’ı da, dünyayı da, ahireti de bilmiyorsunuz.

Kiminizin putu dünya. Kiminizin ki ahiret. Kiminizin ki insanlar. Kiminizinki zevkler,nefsani arzular. Kiminizin ki övülme, halktan tasvip görme, alkış toplama. Allah dışında her şey, bir puttur. Kişi Allah’tan gayrı neye bağlandı ve neye gönül verdiyse, o onun putudur. Senin bütün umudun insanlar. Her şeyi onlardan bekliyor, onlardan umuyorsun. Korkun da onlardan. Hep onlardan korkuyorsun. Bu hal, Rabbine şirk koşmaktır, ortak tanımaktır.Bu zaman, ahir zamandır. Bu zamanda çoğu insanların mabudu, paradan ibarettir. Bu zaman insanlarının çoğu, Musa Aleyhisselam’ın kavmine benzedi. Yahudilere benzedi. Onlar, altın buzağıyı kendilerine mabud edinmişlerdi. Bu zamanın insanının altın buzağısı da paradır. Parayı kendine mabud edinmişsin, Rab edinmişsin. Parayatapıyorsun... **

-------------------------------------------------------:

** Fethü´r Rabbani Gavs´ül Azam Abdülkadir Geylani

15.09.2009

Leyle-i Kadrimiz Mübarek ola

"Kutsal gecelerin en başında Kadir Gecesi'nin geldiğinde şüphe yoktur. Nitekim Hazreti Kur'an'ın ifadesiyle, "Kadir Gecesi, bin aydan hayırlı bir gecedir!
Ancak kendi zatında bin aydan hayırlı olan bu geceyi, biz kendi hakkımızda nasıl bin aydan hayırlı hale getirebiliriz? Bin ay yaşamış gibi bir sevap kazanmaya nasıl vesile kılabiliriz? İşte mesele burada, geceyi kendi hakkımızda da bin aydan hayırlı hale getirebilme meselesinde.
Şayet bu geceyi de sıradan bir gece gibi (günahları terk etme kararı almadan) geçirirsek, elbette sıradan bir gece gibi sonuç alırız, diğer gecelerden farklılık söz konusu olmaz gelecek hayatımızda.. Öyle ise sıradan bir gecelikten çıkaran bir farklılık olmalı, geçmişte yaşadığımız günahlı halleri gelecekte bir daha yaşamama kararı almalıyız Kadir Gecesi'nde..
Böyle mühim bir kararı nasıl alabiliriz bu gecede?
Önce alışageldiğimiz ibadet ve dualarımızı büyük bir heyecanla yapar, bunları tamamladıktan sonra bir köşeye çekilerek geçmişimizi, geleceğimizi düşünmeye başlar, hayatımızın bir muhasebesini yaparız.
-Bugüne gelinceye kadar yaşadığım hayatım tam hedefini bulmuş, gayesine ermiş mi? Vicdanen rahat mıyım yaşadığım hayattan? Yoksa yer yer pişman olduğum yanlışlar yapmış, sürçmelere maruz kalmış mıyım? Şayet böyle yanlışlar yapmışsam bu gece öylesine kesin bir karar almalıyım ki, bin ay yaşasam dahi bu günahlı halleri gelecekte bir daha tekrar etmemeli, tertemiz bir İslami hayat yaşama niyetine bu geceden itibaren karar vermeliyim!.
İşte geçmişteki yanlışları bir daha tekrar etmeme niyetine girmeyi biz, 'Kadir Gecesi'ni kendi hakkında bin aydan hayırlı hale getirme niyeti ve kararı olarak yorumluyoruz. Böyle bir kararla ihya etmiş olduğumuz Kadir Gecesi'nden sonra kalıcı bir İslami hassasiyet kazanmış, daha takvalı bir hayat yaşama niyetine girmiş oluyoruz.
Şayet bu gecede geleceğimize ait daha temiz İslami hayat yaşama niyetine girmez de sadece geceye mahsus ibadetlerle kalırsak, geceden sonra eski günah ve hatalar yine sürüp gider. Geleceğe ait kalıcı bir şey kazanmamış oluruz bin aydan hayırlı bir geceden sonra da. Nitekim öyle de olmaktadır yaşanan umumi hayatta..
Bu sebeple, Kadir Gecesi'nde günahları azaltma, sevapları da çoğaltma kararı alarak nefsimize demeliyiz ki:
-Hayatımın bundan sonraki kısmında şimdiye kadar getirdiğim kötü alışkanlıklarımı birer ikişer terk edecek, iyi alışkanlıklarımı da birer ikişer artırarak daha temiz bir İslami hayat yaşama azim ve aşkında olacağım!.
İşte Kadir Gecesi'nde aldığımız bu, daha günahsız bir İslami hayat yaşama kararıyla gecemizi kendimiz hakkında bin aydan hayırlı hale getirmiş oluruz. Çünkü bu kararla bin ay da yaşasak daha günahsız bir hayat yaşayacaktık. Hadis-i şerifte, müminin niyeti amelinden hayırlıdır, buyrularak, niyetini düzelten mümin, böyle bir ikrama layık görülüyor. Yeter ki, daha temiz bir İslami hayat yaşama niyetine girme kararı alalım Kadir Gecesi'nde..
-Var mısınız günahları terk edip sevapları devam ettirme kararı alarak Kadir Gecesi'ni kendi hakkımızda bin aydan hayırlı hale getirme azim ve niyetine? Unutmayın, böyle bir niyetten sonra tek ay dahi yaşasak, bin ay yaşamış gibi ikram görebiliriz Rabb'imizin yanında. Çünkü bin ayda yaşasak tertemiz bir İslami hayat yaşayacaktık Kadir Gecesi'nde aldığımız bu karar sebebiyle.
İşte bu niyet ve karara biz, 'zatında bin aydan hayırlı olan Kadir Gecesi'ni, kendi hakkımızda da bin aydan hayırlı hale getirme niyet ve kararı' diyor, böyle bilinçli bir niyetle ihya edeceğimiz Kadir Gecesi diliyoruz size, bize, hepimize!. "

Ahmed Şahin "Zaman"..

(...Hz Rabbim bu mübarek geceden rızasına muvafık şekilde faydalanmayı nasip
edip, ibadatı taat ve tövbeyi azam nasip eylesin.. Cümle Ümmet-i
Muhammed'in(s.a.v) Kadir gecesi bereketli olsun..amin..)

9.09.2009

Son 10 Gün ve Kadir Gecesi


9-.......Âişe(R)'den (şöyle demiştir): Rasûlullah (S): "Sizler Kadir gecesini ramazânın son on günündeki tek gecelerde arayınız!*3 bu­yurdu .

10-....... Ebû Saîd el-Hudrî (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S) ramazânda, ayın ortasındaki on günde i'tikâf eder idi.Geçen yirmin­ci gecenin akşamı olup da yirmibirinci günü karşılayacağı zaman evine dönerdi. Beraberinde i'tikâf etmiş olanlar da evlerine dönerlerdi. Ra­sûlullah i'tikâf ettiği bir ramazân ayında, kendisinde evine dönmek âdetinde olduğu gece i'tikâf yerinde ikaamet etti ve insanlara bir hutbe yaptı da, bu hutbede, insani ara Allah'ın dilediği şeyleri emretti. Son­ra şöyle buyurdu:
"Ben şu ayın ortasındaki on günde i'tikâf ederdim. Sonra bana şu gelecek son on gün içinde i'tikâf etmekliğim fikri zahir oldu. Şim­dikim benim beraberimde i'tikâf ediyorsa i'tikâf ettiği yerde sabit olsun. Bu Kadir gecesi bana gösterilmişken sonra o bana unutturul-muştur. Artık siz onu son on içinde arayınız. Ve yine siz onu bu on içindeki her tek gecede arayınız. Ben (ru'yâda) kendimi bir su ve bir çamur içinde secde eder gördüm".
İşte bu gece içinde gök boşandı, şiddetli yağmur yağdı. Mescid Peygamber'in secde yerine su akıttı. İşte bu yirmibirinci gecede gö­züm gördü. Ben Peygamber sabah namazından döndüğünde kendisi­ne baktım. Peygamber'in yüzü çamur ve su ile dolmuş hâldeydi

11-.......Âişe (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S) ramazânın son on günleri içinde i'tikâf eder ve "Kadir gecesini ramazândan son on gece içinde arayınız" buyururdu .

12-.......ibn Abbâs(R)'tan: Peygamber (S) şöyle buyurmuştur: "Siz Kadir gecesini ramazânın son onu içinde arayınız. Kadir gecesi ya ramazândan kalan dokuzuncu gecede, yâhud kalan yedinci gece--de, yâhud kalan beşinci gecededir" .

13-.......Ebû Mıclez ve İkrime'den gelen rivayette İbnu Abbâs (R) şöyle demiştir: Rasûlullah (S): "O Kadir gecesi ya ramazânın son on günü içinde geçecek dokuzdadır yâhud kalan yedi içindedir" bu­yurdu .
Bu hadîsi Eyûb es-Sahtıyânî'den ve Hâlid el-Hazzâ'dan; onlar İkrime'den; o da İbn Abbâs'tan "Kadir gecesini ramazânın yirmi-dördüncü gecesinde arayınız1"lâfzıyle rivayet etmesinde Abdulvah-hâb da Vuheyb'e mutâbaat etmiştir.

----------------------------------------------------------------------:
Kaynak:Sahih-i Buhari 'Teravih Bahsi'

7.09.2009

Malın Şükrü Zekat ve İbretlik Hadise


İşte Salebe bir gün Allah Resulünün (a.s.m.) huzuruna geldi ve kendisindenmal için dua istedi.
Peygamberimiz (S.A.V.) ona :“Ya Salabe, beni misâl almak istemezmisin? Allah’ın Rasûlu gibi olmak istemezmisin? Nefsimi kudret elinde tutan Allah’a yemin ederek söylüyorum ki, dağların benim için altın ve gümüş olmasını dilesem, olurlardı.” diye cevap buyurdu.Salabe bu sefer dedi ki, “Seni Hak dinle peygamber gönderen Allah’a yemin ederim ki, bana mal versin diye Allah’a dua edersen, her hak sahibine hakkını vereceğim., şöyle şöyle yapacağım.”

Bunun üzerine Peygamber’imiz (S.A.V.) “Allah’ım, Salabe’ye mal nasib eyle” diye dua etti. Salabe de koyun edindi.Salabe’nin edindiği koyunlar böcek gibi üredi. Öyle ki, sürüsüne Medine dar geldiği için vâdiye taşındı. Bu yüzden öğle ve ikindiyi cemaatle kılıp, diğer vakitler cemaatten geri kalmaya başladı. Bu arada sürü üremesine devam ettiği için Salabe başka bir yere taşınmak ihtiyacını duydu ve Cuma’dan başka hiçbir namazı cemaatle kılmamaya başladı.

Derken sürü böcek gibi üremeye devam etti. Salabe de Cuma günleri kervanların yoluna çıkarak Medine’de olup bitenleri öğrenir oldu. Bir gün Peygamber’imiz (S.A.V.) “Salabe ne yapıyor?” diye sordu. O’na “Ya Rasûl, sürü edinince Medine’ye sığmaz oldu” diye başlayarak olup bitenleri anlattılar.

Peygamber’imiz (S.A.V.) “Yazık Salebe’ye, yazık Salebe’ye yazık Salebe’ye” diye buyurdu.Bu sırada “Onların mallarından belirli bir sadaka al, böylece onları temizlemiş ve nefislerini arındırmış olursun. Onlar için duâ et, senin duân onları huzura kavuşturur.”(Tevbe süresi âyet: 103) meâlindeki âyet inerek zekat vermek farz kılındı. Peygamber’imiz (S.A.V.) Cuheyne kabilesi ile Beni Suleym kabilesinden iki kişiye yazılı bir emirname verip zekât toplamakla görevlendirdi., onlara “Saleb Bin Hatib ile Beni Suleym’den falan adama varıp zekâtlarını alın” diye emir verdi. Adamlar yola çıkıp Salebe’ye vardılar, Peygamber’imizin (S.A.V.) emirnamesini okuyarak kendisinden zekâtını vermesini istediler.

Salebe tahsildarlara “Bu cizyeden başka birşey değil, Bu cizyeden başka birşey değil, Bu cizyenin kardeşidir, gidin işiniz bitince bana yine uğrayın” dedi.

Bunun üzerine tahsildarlar Suleymi’ye yöneldiler. Suleymi onların geldiğini duyunca develerin en semizini seçerek onu zekatlık olarak ayırdı ve tahsildarları onunla karşıladı. Tahsildarlar bunu görünce ” En semiz deveyi vermen gerekli değil, o yüzden bunu senden almak istemiyoruz” dediler. Suleymi “Ne münasebet alın onu, ben gönül hoşnutluğu ile veriyorum. Onu siz alasınız diye ayırdım.” dedi. Tahsildarlar görevlendirdikleri diğer zekâtları toplamayı bitirince geri dönerken Salebe’ye bir daha uğradılar, zekâtını vermesini istediler. Salebe bu sefer onlara:


“Yanınızdaki yazıyı gösterin” dedi. Yazıya göz atarken yine “Bu cizyenin kardeşidir, siz gidin ben ne yapacağımı düşüneyim” dedi. Tahsildarlar Paygamber’imize (S.A.V.) döndüler. O (S.A.V.) onları görür görmez daha kendileri ile konuşmadan “Yazıklar olsun Salebe’ye” dedi. ve Suleymi’ye duâ etti. Tahsildarlar da Peygamber’imize (S.A.V.) gerek Salebe’nin ve gerekse Suleyni’nin nasıl davrandığını anlattılar. Bunun üzerine Allah (C.C.) Salebe Hakkında:“Onlardan bir kısmı “Eğer Allah bize mal bağışlarsa mutlaka zekat verir ve mutlaka salihlerden oluruz” diye söz verdiler. Fakat Allah onlara mal bağışlayınca onu cimrilik ettiler, arka dönüp sözlerinden caydılar.Allah da kendisine verdikleri sözden cayarak yalan söyledikleri için O’nun karşısına çıkacakları güne kadar kalblerine nifak ekmek suretiyle onları cezalandırdı.” (Tevbe Suresi, Ayet: 75-77) mealindeki ayet indi. Bu sırada Peygamber’imizin (S.A.V.) yanında bulunan Salebe’nin bir akrabası, inen ayeti duyunca Salebe’ye vararak ona “Yâ Salebe, anan ölesi, ulu Allah (c.c.) senin hakkında öyle şöyle bir ayet indirdi.” dedi.Bunun üzerine yola çıkan Salebe, Peygamber’imize (S.A.V.) vararak zekatını almasını istedi. Peygamber’imiz (S.A.V.) kendisine “Allah, bana senden zekat almayı yasakladı” diye cevap verdi. Peygamber’imizin (S.A.V.) bu cevabı üzerine Salebe başına toprak serperek döğünmeye koyuldu.Peygamber’imiz (S.A.V.) ona “İşte senin amelin, verdiğim emri yerine getirmedin.” dedi.Peygamber’imiz (aleyhissalatu ve sellem) vereceği zekâtı almak istemeyince evine döndü.Peygamber’imiz (S.A.V.) Ahirete göçünce Salebe, zekât borcunu Hz. Ebû Bekr’e getirdi, fakat Ebû Bekr de onu geri çevirdi. Arkasından Hz. Ömer’e getirince o da kabul etmedi. Hz. Osman’ın halifeliğe geçişinden sonra da Salebe Öldü.

4.09.2009

Mülk Suresi ve Fazileti


Mülk suresi otuz âyettir ve Mekke'de nazil olmuştur.
Bu sure-i celile, kainatta mevcut olan mülk ve varlıkların Allaha ait oldu­ğunu beyan ederek başlıyor.
Mekki surelerin özelîiğini taşıyan bu sure-i celilede, insanların, sağlam bir inanca sahib olmaları için kainat düzenine bakmaları, gökleri temaşa etmele­ri tavsiye ediliyor ve bu bakışta insanın acz ve mağlubiyete uğrayacağı beyan ediliyor.
Rablerini inkar edenlerin cehennem azabına uğratılacakları haber verili­yor ve bu cehennem azabının da şiddetli olacağı ifade ediliyor.
Rablerine iman edenler için de büyük bir mükâfaatın bulunduğu müjdele­niyor. Allah tealanın, cereyan eden bütün hadisattan haberdar olduğu zikredili­yor.
Âhirette azabı görünce inkarcıların yüzlerinin simsiyah kesileceği ve bu dünyadayken âhireti ve hesabi yalanlayanların tabi olacakları azabın kendilerine gösterilerek "İşte hakkında ısrarla iddiada bulunduğunuz azap budur." deneceği ifade buyuruiuyor.
Sure-i celile, Allah tealanın biz kullarına vermiş olduğu nimetlerin en bü­yüklerinden biri olan, hatta maddi hayatımızın devamı için çok önemli bir mad­de olan suyun, nimet olarak büyüklüğüne işaret eden şu âyet-i kerime ile sona eriyor:
"De ki: "Söyleyin bana, suyunuz yerin dibine çekilse size kim bir akar su getirebilir?"[1]

Sure-İ Celilenin Fazileti

Peygamber efendimiz (s.av.) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur:
"Kur'anda otuz âyetten meydana gelen bir sure bir kişi için şefaatçi oldu ve onun günahları affedildi. Bu sure süresidir."[2]
Cabir b. Abdullah diyor ki:
"Resulullah (s.a.v.) Secde suresini ve Mülk suresini okumadan uyamazdı."[3]
Abdullah b. Abbas diyor ki:
"Resulullahın sahabilerintlen biri bir kahirin üzerine, oranın kabir oldu­ğunu bilmeyerek bir çadır kurmuştur. Sonra orada bir kimsenin Mülk suresini sonuna kadar okuduğunu işitmiştir. Sahabi Resulullaha gelip: "Ey Allahın Resu­lü, ben bir kabir üzerine bir çadır kurdum. Oranın kabir olduğunu bilmiyordum. Bir de ne göreyim, onun içinde birisi Mülk suresini okuyor. Sureyi sonuna ka­dar okudu." demiştir. Resulullah: "Bu sure, engel olan ve kurtarıcı olan bir sure-dir.Bu sure okuyanı kabir azabından kurtarır."[4] buyurdu.[5]

--------------------------------------------------------------------:

[1] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 8/363.
[2] Tirmizi, K. Fadail el-Kur'an, bab: 9, Hadis no: 2891
[3] Tirmizi, K. Fadail el-Kur'an, bab: 9, Hadis no: 2892
[4] Tirmizi, K. Fadail el-Kuraıı, bah: 9, Hadis no: 2890
[5] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 8/364-365.

29.08.2009

Hikmetli Sözler-1


*Dünyadaki en büyük kazanç, kişinin her vakit, kendisi için en üstün ve dirileceği günde kendisine en faydalı olanlarla uğraşmasıdır

*Mahlukattan korktuğun zaman ondan alabildiğine kaçarsın. Ancak Allahu Teâlâ'dan korktuğun zaman O'na yakınlaşır ve dost olursun.

*Tehlikeli şeyleri terk et. Aksi takdirde sende fikir hâlini alır. Fikir halindeyken de onu terk et. Yoksa bu, şehvet hâline dönüşür. Öyleyse bununla savaş. Eğer bunu yapmazsan o zaman da bu, yer edinir. Şayet onu terk etmezsen bu sefer de amele dönüşür. Şayet bunun zıddı olan bir şeyi tedarik edemezsen, bu sefer de bu âdet hâlini alır. Vaziyet artık bu duruma gelirse; bu âdeti bırakman oldukça zorlaşır.

*Takva üç mertebedir:
1. Kalbin ve azaların haram ve günahlardan korunması,
2. Bunların kerih görülen şeylerden (mekruhlardan) korunması,
3. Malayani işlerden ve gereksiz konulardan korunması.
- İlk maddeye gelirsek, bu, kula hayatını vermektedir.
- İkincisine gelirsek; bu da kulun sağlığını ve kuvvetini sağlamaktadır,
- Üçüncüsü ise; kula sevinç, neşe ve ferahlık kazandırmaktadır


*Musa'nın (a.s.) peygamberliği ve Firavun'un karısı Âsiye'nin imanı ile ilim (kader) öne geçti...
Musanın kundaktayken bedeni sandıkta Firavun'un sarayına yürütüldü. Annesi kendisini (sanduka ile suya bıraktı) ve tek başına, bebek olduğu hâlde çocuğu olmayan bir kadına geldi. Allahuekber!
Bu kıssada gerçekten ne kadar büyük bir ibret var! Firavun ki Musa'nın gelmemesi için nice çocukları keserken, kader ona şöyle diyordu:
"Biz Musayı senin sarayında büyüteceğiz


*Mahlukatın çoğunu helak eden şu iki düşmandan sakının:
1. Şüphelerle ve yaldızlı bâtıl sözlerle Allah'ın yolundan alıkoyan kimse,
2. Dünyaya ve makam sevdasına meftun olup, aşırı bağlılık gösteren kimse.

*Tevekkül eden Allah'tan gayrısından istemez. Allah'tan başkasına havale etmez ve Allah'tan başkasına stoklamaz.

25.08.2009

İslam;İtikad;İman ve Müslüman


*Tevhidin aslı, buna îman etmenin en doğru yolu şudur: Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, öldükten sonra dirilmeye, kadere, hayrın ve şerrin Allah'tan olduğuna, hesap, mizan, cennet ve cehenneme inandım, bunların hepsi de haktır, demek gerekir.

*Yüce Allah, sayı yönüyle değil, ortağı olmaması yönüyle birdir. O, doğurmamış ve doğurulmamıştır. O'na hiçbir şey denk değildir. O yarattıklarından hiç birine benzemez. İsimleri, zatî ve fiilî sıfatlarıyla daima var olmuş ve var olacaktır.

*Allah'ın zatî sıfatları; hayat, kudret, ilim, semi, basar ve irâde sıfatlarıdır. Fiilî sıfatlar ise, tahlik (yaratma), terzik (rızık verme), inşa (yapma), ibda (örneksiz yaratma) ve sun' (san'atla yaratma) ve diğer fiilî sıfatlardır.

*Allah, sıfatları ve isimleri ile var olmuş ve var olacaktır. O'nun isim ve sıfatlarından hiçbiri sonradan olma değildir. O ilmiyle daima bilir, ilim O'nun ezelde sıfatıdır. O kudretiyle daima kadirdir, kudret O'nun ezelde sıfatıdır. Kelâm ile konuşur, kelâm O'nun ezelde sıfatıdır. Yaratması ile daima haliktır, yaratmak O'nun ezelde sıfatıdır. Fiili ile daima faildir, fiil O'nun ezelde sıfatıdır. Fail Allah'tır, fiil ise O'nun ezelde sıfatıdır. Yapılan şey, mahlûktur. Yüce Allah'ın fiili ise mahlûk değildir.

Allah'ın ezeldeki sıfatları mahlûk ve sonradan olma değildir. Allah'ın sıfatlarının yaratılmış ve sonradan olduğunu söyleyen, yahut tereddüt eden veya şüphe eden kimse Yüce Allah'ı inkâr etmiş olur.

*Kur'ân-ı Kerîm, Allah kelâmı olup, mushaflarda yazılı, kalplerde mahfuz, dil ile okunur ve Hz. Peygamber'e indirilmiştir. Bizim Kur'ân-ı Kerîm'i telaffuzumuz, yazmamız ve okumamız mahlûktur fakat Kur'ân mahlûk değildir. Allah'ın Kur'ân'da belirttiği Musa ve diğer peygamberlerden, firavn ve İblis'ten naklen verdiği haberlerin hepsi Allah kelâmıdır, onlardan haber vermektedir. Allah'ın kelâmı mahlûk değildir, fakat Musa'nın ve diğer yaratılmışların kelâmı mahlûktur. Kur'ân ise Allah'ın kelâmı olup, kadîm ve ezelîdir

*Allah bir şey (varlık)'dir, fakat diğer şeyler gibi değildir. O'nun varlığı cisim, cevher, araz, had, zıd, eş ve ortaktan uzaktır. O'nun Kur'ân'da zikrettiği gibi eli, yüzü ve nefsi vardır. Allah'ın Kur'ân'da zikrettiği gibi el, yüz ve nefs gibi şeyler, keyfiyetsiz sıfatlardır. O'nun eli, kudreti veya nimetidir denilemez. Zîra bu takdirde sıfat iptal edilmiş olur. Bu, Kaderiyye ve Mutezile'nin görüşüdür. O'nun elinin, keyfiyetsiz sıfat olması gibi, gazabı ve rızası da keyfiyetsiz sıfatlarından iki sıfattır.
* Allah, eşyayı bir şeyden yaratmadı. Allah, eşyayı oluşundan önce, ezelde biliyordu. O, eşyayı takdir eden ve oluşturandır. Allah'ın dilemesi, ilmi, kazası, takdiri ve Levh-i Mahfûz'daki yazısı olmadan, dünya ve âhirette hiçbir şey vaki olmaz. Ancak onun Levh-i Mahfûz'daki yazısı, hüküm olarak değil, vasıf olarak yazılıdır. Kaza, kader ve dilemek, O'nun nasıl olduğu bilinemeyen sıfatlarındandır. Allah, yok olanı yokluğu halinde yok olarak bilir, onun yarattığı zaman nasıl olacağını bilir. Var olanı, varlığı halinde var olarak bilir, onun yokluğunun nasıl olacağını bilir. Allah ayakta duranın ayakta duruş halini, oturduğu zaman da oturuş halini bilir. Bütün bu durumlarda Allah'ın ilminde ne bir değişme, ne de sonradan olma bir şey hâsıl olmaz. Değişme ve ihtilâf, yaratılanlarda olur.

*Allah'ın "Allah Musa'ya hitap etti."(en-Nisa,164.) âyetinde belirttiği gibi. Musa Allah'ın kelâmını işitti. Şüphesiz ki Allah, Musa ile konuşmasından önce de, kelâm sıfatı ile muttasıftı. Yüce Allah yaratmadan da ezelde yaratıcı idi. Allah, Musa'ya hitap ettiğinde, ezelde sıfatı olan kelâmı ile konuştu. O'nun sıfatlarının hepsi, mahlûkların sıfatlarından başkadır. O bilir, fakat bizim bildiğimiz gibi değil. O kadirdir, fakat bizim gücümüzün yettiği gibi değil. O görür, fakat bizim görmemiz gibi değil. O işitir, fakat bizim işittiğimiz gibi değil. O konuşur, fakat bizim konuşmamız gibi değil. Biz uzuvlar ve harflerle konuşuruz. Oysaki Allah, uzuvsuz ve harfsiz konuşur. Harfler mahlûktur, fakat Allah'ın kelâmı mahlûk değildir.

*Allah insanları küfür ve îmandan hâli olarak yaratmış, sonra onlara hitap ederek emretmiş ve nehyetmiştir. Kâfir olan; kendi fiili, hakkı inkâr ve reddetmesi ve Allah'ın yardımını kesmesiyle küfre sapmıştır. İman eden de kendi fiili, ikrarı, tasdiki ve Allah'ın muvaffakiyet ve yardımı ile îman etmiştir.

*Allah Âdem'in neslini, sulbünden insan şeklinde çıkarmış, onlara akıl vermiş, hitap etmiş, îmanı emredip, küfrü yasaklamıştır. Onlar da onun Rabb olduğunu ikrar etmişlerdir. Bu, onların îmanıdır. İşte onlar bu fıtrat üzerine doğarlar. Bundan sonra küfre sapan bu fıtratı değiştirip bozmuş olur. İman ve tasdik eden de fıtratında sebat ve devam göstermiş olur.

*Allah, kullarının hiç birini îman veya küfre zorlamamış, onları mü'min veya kâfir olarak yaratmamıştır. Fakat onları şahıslar olarak yaratmıştır. İman ve küfür kulların fiilleridir. Allah, küfre sapanı, küfrü esnasında kâfir olarak bilir. O kimse daha sonra iman ederse, imanı halinde mü'min olarak bilir, ilmi ve sıfatı değişmeksizin onu sever.

*Kulların hareket ve sükûn gibi bütün fiilleri hakikaten kendi kesbleri (kazançları)'dir. Onların yaratıcısı ise Yüce Allah'tır. Onların hepsi Allah'ın dilemesi, ilmi, hükmü ve kaderi ile olur.
Taatların hepsi, Allah'ın emri, muhabbeti, rızası, ilmi, dilemesi, kazası ve takdiri ile vacip kılınmıştır. Masiyetlerin hepsi de Allah'ın ilmi, kazası, takdiri ve dilemesi ile olmakla beraber, rızası ve emri değildir.

*Peygamberlerin hepsi de (salât ve selâm olsun) küçük, büyük günah, küfür ve çirkin hallerden münezzehtir. Fakat onların sürçme ve hataları vâki olmuştur. Hz. Muhammed, Allah'ın sevgili kulu, resulü, nebisi, seçilmiş tertemiz kuludur. O hiç bir zaman puta tapmamış, göz açıp kapayacak bir an bile Allah'a ortak koşmamıştır. O, küçük büyük hiç bir günah işlememiştir.

*Peygamberlerden sonra insanların en faziletlisi, Ebû Bekr es-Sıddîk, sonra Ömer el-Fârûk, sonra Osman b. Affân Zû'n-Nûreyn, daha sonra Aliyyu'l-Murtaza'dır. Allah hepsinden razı olsun. Onlar doğruluk üzere, doğruluktan ayrılmayan, ibâdet eden kimselerdir. Hepsine sevgi ve saygı duyarız. Hz. Peygamber'in ashabının hepsini sadece hayırla anarız.

*Bir müslümanı, helâl saymaması şartıyla, büyük günahlardan birini işlemesi ile kâfir sayamayız. Bu durumdaki bir kimseden îman ismini kaldıramayız, ona gerçek anlamda mü'min deriz. Bir mü'minin kâfir olmamakla beraber günahkâr olması caizdir.

*Günahlar, mü'mine zarar vermez demeyiz. Keza günah işleyen kimse Cehennem'e girmez de demeyiz. Dünyadan mü'min olarak ayrılan kimse, fasık da olsa Cehennem'de ebedî kalacaktır, demeyiz.

*Mürcie'nin dediği gibi, iyiliklerimiz makbul, kötülüklerimiz de affedilmiştir, demeyiz.

Fakat kim bütün şartlarına uygun, müfsit ayıplardan uzak amel işler ve onu küfür ve dinden dönme gibi şeylerle boşa çıkarmaz ve dünyadan mü'min olarak ayrılırsa şüphesiz Allah onun amelini zayi etmez, bilakis kabul eder ve ondan dolayı sevap verir, deriz.

*Allah'a ortak koşmak ve küfür dışında, büyük ve küçük günah işleyen, fakat tevbe etmeden mü'min olarak ölen kimsenin durumu Allah'ın dilemesine bağlıdır. Dilerse ona Cehennem'de azap eder, dilerse affeder ve hiç azaba uğratmaz.

*Herhangi bir amele riya karıştığı zaman, o amelin ecrini yok eder. Keza ucüb (kendi amelini üstün görmek) de böyledir.

*Peygamberlerin mucizeleri ve velîlerin kerametleri haktır. Ancak, haberlerde belirtildiği üzere İblis, Firavun ve Deccal gibi Allah düşmanlarına ait olan, onların şimdiye kadar vukua geliş ve gelecek hallerine mucize de, keramet de demeyiz. Bu, onların hacetlerini yerine getirmedir. Zîra, Allah, düşmanlarının ihtiyaçlarını, onları derece derece cezaya çekmek ve sonunda cezalandırmak şeklinde yerine getirir. Onlar da buna aldanarak azgınlık ve küfürde haddi aşarlar. Bunların hepsi de caiz ve mümkündür.

*Yüce Allah, yaratmadan önce de yaratıcı, rızıklandırmadan önce de rızık verici idi. Allah, âhirette görülecektir. Mü'minler Allah'ı Cennet'te, aralarında bir mesafe olmaksızın, teşbihsiz ve keyfiyetsiz olarak baş gözleriyle göreceklerdir.

*İman, dil ile ikrar, kalp ile tasdiktir. Gökte ve yerde bulunanların îmanı, îman edilmesi gereken şeyler yönünden artmaz ve eksilmez, fakat yakın ve tasdik yönünden artar ve eksilir. Mü'minler, îman ve tevhid hususunda birbirlerine müsavidirler. Fakat amel itibarıyla birbirlerinden farklıdırlar.

İslâm, Allah'ın emirlerine teslim olmak ve itaat etmek demektir. Lügat itibariyle iman ve islâm arasında fark vardır. Fakat islâmsız îman, îmansız da islâm olmaz. Onların ikisi de bir şeyin içi ve dışı gibidirler. Din ise; iman, islâm ve şeriatlerin hepsine birden verilen isimdir.

*Biz, Yüce Allah'ı kendisini kitabında tavsif ettiği bütün sıfatlarıyla gerçek olarak biliriz. Hiçbir kimse Allah'a, O'nun şanına lâyık şekilde hakkıyla ibâdet etmeye kadir değildir. Fakat insan ancak Allah'ın kitabında, Resulünün bildirdiği ölçüde Allah'a ibâdet eder.

*Bütün mü'minler; marifet, yakîn, tevekkül, muhabbet, rıza, korku ve ümit ve iman konusunda birbirlerine müsavidirler. Bu konuda imanın dışındaki hususlarda birbirlerinden farklıdırlar.

*Yüce Allah, kullarına karşı lütufkârdır, adildir, kulun hakettiği sevabı lütfuyla kat kat fazlasıyla verir. Kulunu, adaletinin icabı olarak işlediği günahtan dolayı cezalandırır. Keza kendisinden bir lütuf olarak bağışlar da.

*Peygamberlerin (salât ve selâm olsun) şefaati haktır. Peygamberimizin (s.a.) şefaati, günahkâr mü'minler ve onlardan büyük günah işleyip cezayı haketmiş olanlar için hak ve sabittir.
Kıyamet günü amellerin mizanla tartılacağı hususu haktır. Hz. Peygamberi'in havzı haktır. Kıyamet günü hasımlar arasında iyilikler alınarak kısas ve hesaplaşma olması haktır. İyilikler bulunmadığı takdirde kötülüklerin atılması hak ve caizdir.

*Cennet ve Cehennem hâlen yaratılmıştır, ebediyen de fâni olmayacaklardır. Huriler ebediyen ölmezler. Yüce Allah'ın cezası da, sevabı da ebedîdir.
*Allah dilediğini kendisinin bir lütfü olarak hidâyete ulaştırır. Dilediğini de adaletinin gereği olarak sapıklığa düşürür. Allah'ın sapıklığa düşürmesi, hızlânıdır. Hızlanın mânâsı ise, Allah'ın razı olacağı şeylerde onu muvaffak kılmayıp, yardımını kesmesidir. Bu, Allah'ın adaleti gereğidir. Keza, Allah'ın günahkârları isyanları sebebiyle cezalandırması da adaleti icabıdır.
Şeytan, mü'min kuldan imanını baskı ve cebirle alır, dememiz doğru değildir. Fakat kul îmanı terkederse, Şeytan da onun imanını alır, deriz.

*Kabirde Münker ve Nekir'in sualleri haktır. Kabirde ruhun cesede iade edilmesi haktır. Bütün kâfirler ve asi mü'minler için kabir sıkıntısı ve azabı haktır.

Âlimlerin, Allah'ın sıfatlarını Farsça (Arapça'dan başka bir dille) söylemeleri caizdir. Fakat yed=el kelimesi, Allah'ın sıfatı olarak Farsça söylenemez. Fakat Farsça olarak Rûyi Hüdâ=Allah'ın yüzü demek caizdir. Allah'ın yakınlık ve uzaklığı, mesafenin uzunluk ve kısalığı ile değil, keramet ve zillet mânâsındadır.

İtaatli olan kul, Allah'a keyfiyetsiz olarak yakın, âsi kul ise keyfiyetsiz olarak Allah'tan uzak olur. Yakınlık, uzaklık ve yönelmek, yalvaran kula racidir. Keza Cennet'te komşuluk ve Allah'ın önünde bulunmak da keyfiyetsiz şeylerdir.

*Kur'ân-ı Kerîm, Allah'ın Resulüne (s.a.) indirilmiş olup, mushaflarda yazılıdır. Kelâm mânâsında Kur'ân âyetlerinin hepsi de fazilet ve büyüklük bakımından birbirine müsavidir. Fakat bazısında zikir ve zikredilen fazileti bahis konusudur. Âyete'l-Kürsi buna misaldir. Burada zikredilen Allah'ın yüceliği, azameti ve sıfatlarıdır. Bu âyette hem zikir, hem de zikredilenin fazileti olarak iki fazilet bir araya gelmiştir. Bu kısmında ise sadece zikir fazileti vardır.

Kâfirlerin kıssalarında olduğu gibi. Bu âyetlerde zikredilenin bir fazileti yoktur, çünkü zikredilenler kâfirlerdir. Keza Allah'ın isim ve sıfatlarının hepsi de azamet ve fazilette müsavidir, aralarında farklılık yoktur.

*Hz. Peygamber'in anne ve babası İslâm gelmeden önce öldüler. Kasım, Tâhir ve İbrahim Allah Resulünün oğulları, Fâtıma, Rukiyye, Zeynep ve Ümmü Gülsüm de kızları idiler.

*İnsan tevhid ilminin inceliklerinden herhangi birinde güçlükle karşılaşırsa, sorup öğreneceği bir âlim buluncaya kadar, Allah katında doğru olana inanması gerekir. Böyle bir kimseyi arayıp bulmakta gecikmesi caiz değildir. Bu hususta tereddüt edilerek beklemek mazur görülmez. Eğer tereddüt ederek beklerse, kâfir olur.

*Mîrac haberi haktır. Onu reddeden sapık bir bid'atçi olur. Deccal'in, Ye'cüc ve Me'cüc'ün ortaya çıkması, güneşin batıdan doğması, Hz. İsa'nın gökten inmesi ve sahih haberlerde bildirilen kıyamet alâmetlerinin hepsi de haktır.
Yüce Allah, dilediğini doğru yola hidâyet eder.

"Fıkhu'l-Ekber- İmam-ı Azam Ebu Hanife (rahm aleyh..)"

20.08.2009

Güzel Bir Makale; Müslüman...


"*1. Ehl-i Sünnet ve cemaat Müslümanıyım. İtikatta imamımİmamı Mâturidî'dir, İmamı Eş'arîyi de Ehl-i Sünnetin imamı olarak kabul ederim. İmamı AzamEbû Hanife de hem itikatta hem de fıkıhta imamımdır. Diğer üç imamı da Ehl-i Sünnetin imamları olarak kabul ederim.
2. Ümmetim Muhammed Ümmeti'dir. Bütün insanlar Peygamberimizin Ümmetidir. İnananlar ümmet-i icâbettir, henüz imana gelmeyenler ümmet-i dâvettir.
3. Rabbim, İlâhım, Hâliqim Allahü Teâlâ hazretleridir.
4. Allahü Teâlâ hazretleri kemal sıfatlarla sıfatlıdır ve noksan sıfatlardan münezzehtir.
5. Bütün Peygamberlere, hiçbirini dışlamayarak iman ederim. Bütün Peygamberler mâsumdur, yani ismet sıfatı ile sıfatlıdır. Muharref Tevrat'ta yazılı olduğu üzere, iki kızının Hz.Lût aleyhisselâmı sarhoş edip onunla yatmaları ve ondan gebe kalmaları gibi çirkin ve iğrenç iddialara asla inanmam. Hz.Lût aleyhisselâmı böyle bir ayıptan tenzih ederim.
6. Kur'ân-ı Kerîm'i Allah'ın kitabı, Müslümanların düsturu ve imamı olarak kabul ederim.
7. Dinim İslâm'dır. İslâm, Allah katında tek hak, geçerli, muteber dindir. Hak din olmakta İslâm'ın ortağı başka bir din yoktur.
8. Bütün mü'minleri, salih veya fasık, iman kardeşi bilirim. Fıskı, fücuru, bid'ati imanını gidermeyen her Müslüman kardeşimdir. Mü'minin imanını severim. Onun fıskını, bid'atini sevmem.Fıskı ve bid'ati yüzünden mü'mini bütünüyle dışlamam.
9. Mü'minlerin, Allah katında derecesi en yükseğinin en takvalı olan olduğunu bilir ve kabul ederim.
10. Bir Müslümanı yücelten değerlerin ilim, irfan, takva, ibadet, güzel ahlâk, yüksek karakter, salâh, zühd, ihlâs, mürüvvet, fütüvvet, büyük ve küçük cihad, Allah yolunda cömertlik, hayır hasenat olduğunu bilirim.
11. İnsanın en büyük düşmanının nefs-i emmâresi olduğunu bilirim.
12. Kutsal Şeriat'ın hak olduğunu çok iyi bilirim.
13. Resûl-i Kibriya aleyhi ekmelüttahaya Efendimizin insanlar için en güzel örnek ve model olduğunu kesinlikle bilir ve kabul ederim.
14. En hayırlı kuşağın Peygamberin Sahabeleri, sonra Tâbiîn, ondan sonra Tebe-i Tâbiîn olduğunu bilir ve kabul ederim. Bu üç hayırlı kuşak Selef-i Sâlihîn'dir. İslâm'ı ve Kur'ân'ı en iyi anlamış, uygulamış, yaşamış olan zümre onlardır.
15. Peygamber Efendimizin Ashabının hepsinin din konusunda âdil olduklarını, onların İslâm'a ve Muhammedî mirasa ihanet etmediklerine inanırım. Radiyallahu anhüm ecmâin...
16. Ashab arasında zuhur eden üzücü hadiselerin ictihad meselesi olduğuna inanır, bundan 1400 yıl önce cereyan etmiş hadiseler hakkında savcılık, hakimlik, cellatlık, yapmam. Yevm-i Mahşer'de Mahkeme-i Kübra'da doğrular ortaya çıkacaktır. Her şeyin en doğrusunu Allahü Teâlâ bilir.
17. Kur'ân'a ve Sünnete aykırı olan bütün bid'atler dalâlettir. Mevlid töreni tertiplemek, Kur'ân ve kaside okumak, davetlilere yemek vermek, dua etmek, insanların dinî duygularını kuvvetlendirmek gibi şeyler (Asr-ı Saadette ve ilk üç asırda böyle bir şey olmamasına rağmen) hayırlı bir yeniliktir diye düşünürüm. Nice takvalı ve râsih ulemânın mevlidin cevazına fetva vermiş olduklarını bilirim.
18. Şeriat-ı Mutahhara-i Muhammediyye'ye kıl kadar aykırı tarafı olmamak şartıyla tasavvufu ve tarikatı hak bilirim. İmamı Gazalî hazretlerinin el-Munkizu min ed-dalâl kitabında beyan ettiği üzere, İslâm'ı en iyi anlayan ve en güzel yaşayan Müslümanların gerçek sûfîler olduklarını düşünürüm.
19. Yüce Allah'a lügâvî mânâda, insanlarda olduğu gibi yüz, el, ayak izafe edilmesini kabul etmem. Böyle bir şey bozuk tecsim akidesidir. Allahü Teâlâ bundan münezzehtir.
20.İslâm dinî ilahî olduğu için onda reform, değişiklik, yenilik, ona ilave ve ondan çıkartma yapılamaz. Böyle bir şeyi büyük bir bid'at ve sapıklık olarak görürüm.
21. Kur'ân'ın ve Sünnetin tamamı Kıyamet'e kadar yürürlükte kalacaktır. Kur'ân'ın ve Sünnetin bir kısmı tarihseldir, bugün geçerli değildir diyenleri büyük bir sapıklık içinde görürüm.
22. Ehl-i Tevhidi, Ehl-i Kıbleyi tekfir etmem. Ulemâ ve fukahanın tekfir ettikleri ve bu fetvanın vazifeli kadı tarafından tasdik edildiği vak'alar dışında...
23. İslâm'ın din ve dünya işlerini ayırmadığını, ahkam-ı islâmiyenin bir bütün olduğunu çok iyi bilirim.
24. Dinî konu ve meselelerde cumhur-i ulemâya tabiyim.
25. İcazeti olmayan sözde fakihlerden, âlimlerden, müftülerden fetva almam, onların fetvalarını muteber kabul etmem.
26. Kur'ân'ın, Sünnetin, icmâ-i ümmetin ve kıyas-ı fukahanın Edile-i Erbaa olduğunu kabul ederim. Kıyası reddedenleri bid'atçi bilirim.
27. Bilmeyenlerin bilenlere tâbi olması gerektiğine, din tahsili görüp icazet almamış Müslümanların icazetli gerçek ulemâyı taklid etmelerinin çok doğru olduğuna inanırım.
28. Vehhabîliğin bir bid'at fırkası olduğuna inanırım.
29. Ehl-i Sünnet ile Vehhabîler arasında ne kadar ihtilâflı mesele ve uyuşmazlık varsa, bunların hepsinde Ehl-i Sünnetin haklı, Vehhabîlerin haksız olduğunu kabul ederim.
30. Mezhepsizliğin, İslâm Şeriatini tehdit eden en büyük bid'at olduğunu bilirim.
31. Yine, mezhepsizliğin dinsizliğe köprü olduğunu bilirim.
32. Telfik-i mezahibin İslâm dinini ve fıkhını oyuncak etmek olduğunu bilirim.
33. Azılı Farmason, taqiyye yaparak Müslümanları aldatan, şüpheli ve şaibeli Afganî'yi kesinlikle din önderi olarak kabul etmem. Talebeleri Muhammed Abduh'u, Reşid Rıza'yı ve benzerlerini de.
34. Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü hareketini Müslümanlara kurulmuş yaman bir tuzak olarak kabul ederim.
35. Müslüman kardeşlerimden gelen ezaları elden geldiği kadar sabırla karşılamaya çalışırım.
36. Bozuk düzenlerde Kur'ân'ın, Sünnetin ve Şeriatın kesin şekilde yasaklayıp haram kılmış olduğu bozuk şeylerin yapılmayacağını iyi bilirim.
37. Haram yemenin büyük günah olduğunu bilirim. Haram yolla kazanılmış kara, kirli ve necis servetlerin ateş olduğuna inanırım.
38. Yüce dinimizin lüksü, israfı, aşırı tüketimi gururu, kibri, gösterişi, her türlü beyinsizlik ve sefahati kesin şekilde yasaklamış, haram kılmış olduğunu bilirim.
39. Müfessir olmayanların, kendi re'y ve hevaları ile Kur'ân-ı Kerîm'i yorumlamaya kalkmalarını doğru bulmam.
40. Yaşadığı çağdaki İmam-ı Kebir'e biat etmeden ölenlerin sanki cahiliyet ölümü ile ölmüş olacakları mealindeki hadîs-i şerifi bilirim ve zamanın imamına gıyaben biat etmişimdir.
41. Mü'min misin diye sorarlarsa elbette mü'minim derim, fakat kendime pâye vermem.
MÜSLÜMAN TERBİYELİDİR
MÜSLÜMAN terbiyeli insandır. Terbiyeli bir Sünnî ile terbiyeli bir Şiî bir araya geldikleri zaman selâmlaşırlar, hal hatır sorarlar, güler yüzlü olurlar. Arada ihtilâflı meseleler vardır ama bunları tartışmazlar.
Ümmet içinde çeşit çeşit meşrebler vardır. Nakşîlik meşrebi ile Mevlevîlik meşrebi arasında farklılık vardır. Lakin bir Nakşî Müslüman ile bir Mevlevî Müslüman bir mecliste beraber oldukları zaman hiçbir şekilde tartışmazlar, tam bir ülfet ve ünsiyetle sohbet ederler.
Terbiyeli Müslümanlar kelâmdan önce selâm verirler.
Müslüman, din ve iman kardeşlerine karşı güler yüzlüdür, tatlı dillidir.
Son zamanlarda çok asık suratlı, çok öfkeli, çok kırıcı hareket eden, çok sert dilli, astığı astık kestiği kestik Müslümanlar türedi.
Kendi fırkalarının inançlarını ve görüşlerini paylaşmayan mü'minleri kolayca müşrik ve kâfir ilan ediyorlar.
Mü'minlere düşmanca muamele ediyorlar.
Ehl-i Tevhid ve Ehl-i Kıble olan kardeşlerini sapıklıkla suçluyorlar.
Kendileri itikad bakımından dehşetli bid'atlere batmışlar, Sünnet ehli kardeşlerini bid'at ve dalaletle itham ediyorlar. Kardeşinin gözündeki çöpü görüyor, kendi gözündeki merteği görmüyor.
Yeterli ilimleri yok, Kur'ân'ı kendi re'y, heva ve hevesleri ile yorumluyorlar.
İşlerine gelmeyen hadîsleri inkâr ediyorlar.
Cumhur-i ulemâyı inkâr ediyorlar.
Fıkhı ve mezhepleri inkâr ediyorlar.
Yüz milyonlarca tarikatli ve tasavvuf taraftarı Müslümanı Müslüman saymıyorlar.
Yüce Allah'ı noksan sıfatlarla sıfatlıyorlar ve bu inancı kabul etmeyenlere kâfir damgasını basıyorlar.
Düşmanlık, sertlik, gılzet, şiddet...
Bu hal büyük bir fitnedir.
Müslümanlar birbirlerine karşı yumuşak, merhametli, tahammüllü, sabırlı, anlayışlı olmalıdır.
İhtilâflı meseleler, anlaşmazlıklar, uyumsuzluklar varsa bunları âmil, rabbanî, râsih ulemâ ve fukaha halletmelidir.
Muhammed ibn Abdilvehhab bir din âlimi midir, bir müceddid midir? Bu sorunun doğru cevabını nasıl öğreneceğiz?

Ehl-i Tevhid ve Ehl-i Kıble olan Müslümanları şirk ve küfürle suçlayan bid'atçilerde akıl da yok, vicdan da yok, iz'an da yok, terbiye de yok.
Ayna önünde talim yapsınlar, güler yüzlü olmaya çalışsınlar.
Tevhid, onların bid'at fırkalarının tekelinde değil!..


*Yazan: Mehmet Şevki Eygi ...

10.08.2009

Mühim Hatırlatma

Ramazan-ı Şerif'in kapımızda olduğu şu günlerde, Sahur vaktinin girmesi ile alakalı sadece Ezan-ı Şerif'i dikkate alanların ihtiyatlı olup imsaktan 5-10 dakika önce yeme ve içme hallerini bırakmaları orucun sıhhati açısından dikkate değer ve önemlidir. Bununla alakalı daha geniş izahat isteyenler sayfanın en alt sağ köşesini okuyabilirler.."

Ramazan-Şerif Yaklaşırken *2


İmam-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî Ahmed el-Farûkî es-Serhendî Kuddise Sırruh Hazretlerinden: «Ramazan-ı Şerif ayı büyük bir aydır. Bu ayda nâfile olarak kılınan namaz, zikir, sadaka ve benzerî ibâdetler, diğer aylarda edâ olunan farz ibâdetlerin sevâbı ile eşittir. Bu ayda bir farz ibâdeti edâ eden, diğer aylarda yetmiş farz ibâdeti edâ edenin ecrini alır.
Bir kimse, Ramazan-ı Şerif ayında bir oruçluya iftar ettirirse, günahlarına keffâret olacağı gibi, kendisini de Cehennem azâbından kurtarmış olur. İftar ettirdiği kimsenin sevabından birşey eksilmeksizin, onun sevâbı kadar da kendisine sevap verilir.
Ramazan-ı Şerif ayında, bir kimse kölesinin veya hizmetinde bulunanların vazifelerini hafifletirse, Allah Teâlâ kendisini bağışlar ve Cehennem azâbından âzâd eder. Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz Ramazan-ı Şerif ayına girdiği zaman, bütün esirleri serbest bırakırdı. İstek ve ihtiyaç sahiplerine ihsanlarda bulunurdu.
Bir kimse Ramazan-ı Şerif ayında hayırlı işler ve faydalı amellerde muvaffak olursa, bu muvaffakiyeti bütün sene boyunca devam eder. Şayet bu ay, dağınık ve perişanlık içerisinde geçerse sene boyunca, dağınıklık ve perişanlık sürer. Bu bakımdan, mümkün olduğu kadar bu ay içinde cem’iyyet elde etmeye (derlenip toparlanmaya) çalışmak lâzımdır. Bunun için de bu ayı ganîmet bilmelidir. Allah sübhânehû ve Teâlâ Hazretleri, bu gecelerin her birinde, Cehennem azâbına müstehâk olmuş binlerce kimseyi âzâd eder. Bu ay içinde Cennet kapıları açılır, Cehennem kapıları kapanır, Şeytanlar zincire vurulur ve rahmet kapıları açılır.
İftarda acele etmek, sahuru te’hir etmek sünnettir. Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz bunun üzerinde ehemmiyetle dururdu. Bu hususa ehemmiyet vermek, âdeta kulluk makâmına münasip bir tarzda ihtiyacını arzetmektir.
Hurma ile iftar etmek sünnettir. Resûlüllah Efendimiz (s.a.v.), iftarda şu duâyı okurdu: “Zehebe’z-zamâü ve’b-telleti’l-urûku ve sebete’l-ecru inşâallaâhü teâlâ”. (Meâli: Susuzluk gitti, damarlar ıslandı, inşâallah ecir de sâbit oldu.)
Bu ayda, Terâvih namazı kılmak, Kur’ân-ı Kerîm’i hatmetmek sünnet-i müekkededir. Bunların neticeleri çok faydalıdır. Allah Teâlâ Habîb’i (s.a.v.) hürmetine cümlemizi muvaffak eylesin.» (Mektûbât, c.1, s. 61)

8.08.2009

Ramazan-ı Şerif Yaklaşırken*1


Kur'an-ı Kerim'de: "Ey iman edenler!.. Sizden evvelki (ümmet)lere yazıldığı gibi, sizin üzerinize de oruç yazıldı (farz kılındı). Tâ ki, korunasınız"(Bakara Suresi.183) hükmü beyan buyurulmuştur. Oruç'un Hicret'ten sonra "Farz" kılındığı hususunda ittifak vardır. Sahih olan rivayete göre; Bedir Savaşı'ndan kısa bir süre sonra farz kılınmıştır.(6) Hz. Aişe (r.anha) validemizden rivayete göre; Resûl-i Ekrem (sav) daha önce Aşûre orucuna devam buyurmuştur. Hz. Muaz b. Cebel (ra)'den rivayet edilen bir habere göre de; Medine'de her ay üç gün oruç tutmuş ve bunu ashabına da tavsiye etmiştir. İmam-ı Merginani: "Şüphesiz ki; Ramazan ayında oruç tutmak farzdır. Çünkü Allahû Teâla (cc): "Sizin üzerinize oruç farz kılındı" buyurmuştur. Ayrıca farziyeti hususunda icmâ teşekkül etmiştir. Bundan dolayı Ramazan orucunun farziyetini inkâr eden kâfir olur"(7) hükmünü zikretmektedir.

Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Oruç insanı cehennem ateşinden koruyan bir kalkandır; tıpkı sizi harpte ölüme karşı muhafaza eden bir kalkan gibi"(8) buyurduğu bilinmektedir. Malûm olduğu üzere oruç; mükellefi her türlü şehvetten alıkoyan ve ihlâsı artıran bir ibadettir. Açlığa, susuzluğa ve nefsin diğer arzularına boyun eğmemek ve direnmek açısından da oldukça önemlidir. Allahû Teâla (cc)'ya iman eden ve O'nun uğrunda cihad'a karar veren mü'min oruç ibadeti ile kuvvetli bir iradeye sahip olur. Hicrî Takvim; ayın hareketlerine göre değiştiği için, her yıl diğerine nisbetle on veya onbir gün önce gelir. Dolayısıyla insan bazen (-30) derecede, bazen de (+40) derecede oruç tutar. Bu bir anlamda mükellefin "Dondurucu bir soğukta ve kavurucu bir sıcakta dahi, Allahû Teâla (cc)'nın emirlerine uymaya hazırım" taahhüdünde bulunmasıdır. Ayrıca bir ay süre ile; nefsinin bütün şehvetlerini terketmesi oldukça önemli bir hadisedir.

Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Oruç bir kalkandır. Oruçlu kem (kötü) söz söylemesin. Oruçlu, kendisiyle itişmek ve dalaşmak isteyene iki defa "Ben oruçluyum" desin.

Ruhum yed-i kudretinde olan Cenab-ı Hak'ka (cc) yemin ederim ki; oruçlu ağzın (açlık) kokusu, Allah indinde misk kokusundan daha temizdir.

Cenab-ı Hak (cc) buyurmuştur ki; "Oruçlu kimse benim (rızam) için yemesini, içmesini, cinsi arzusunu bırakmıştır. Oruç doğrudan doğruya bana edilen (riya karışmayan) bir ibadettir. Onun (sayısız) ecrini de doğrudan doğruya ben veririm. Halbuki başka ibadetlerin hepsi on misliyle ödenmektedir""(9) buyurduğu bilinmektedir.


.............................................................................................:

(6) Mecmûat'u't Tefasir İst: 1970, Çağrı Yay. C: 1, Sh: 257, (Haazin böl.). Ayrıca İbn-i Kesir - Tefsirû'l Kur'an'il Azim - Beyrut: 1969, D. Marife C: 1, Sh: 213.

(7) İmam-ı Merginani - El Hidaye şerhû Bidayetü'l Mübtedi - Kahire: 1965, C: 1, Sh: 118.

(8) Sünen-i Nesai - İst: 1401, Çağrı Yay. C: 4, Sh: 167, (K. Savm: 43)

(9) Abdi'l Latifi'z Zebidi - Sahih-i Buhari Muhtasarı, Tecrid-i Sarih tercemesi ve şerhi - Ankara: 1974 (3 bsm) C: 6, Sh: 248, Had. No: 897.

Hz.Şems-i Tebrizi:


"«Henüz erginlik çağına girmemiştim. Aşk deryasına daldım mı, 30-40 gün hiç bir şey yiyemezdim; istekten kesilirdim,
günlerce açlığa susuzluğa katlanırdım. Bir gün babam bana çıkıştı, 'Oğlum, dedi, ben senin bu halinden birşey anlamıyorum;
bunun sonu nereye varacak? Bu davranışlar seni felâkete götürecek.' Ben ona şu cevabı verdim: Baba! Seninle benim babalık
ve evlâtlık ilişkimiz neye benzer bilir misin? Bir tavuğun altına tavuk yumurtalarıyle karışık bir de kaz yumurtası koymuşlar.
Vakti gelip de civcivler çıktığı zaman bunlar hep birlikte analarının arkasına düşer giderler, yolda bir göl kenarına rastlarlar. Kaz
yumurtasından çıkan civciv hemen kendisini suya atar, bunu gören ana tavuk, eyvah yavrum boğulacak der. Çırpınmaya
başlar. Halbuki kaz yavrusu neşe içinde suda yüzmektedir. İşte seninle benim aramdaki fark da böyledir.»"

5.08.2009

Beraat Kandilimiz Mübarek Olsun


...Çocuğun biri, babasının tabutu önünde ağıtlar yakıyordu.
''Babacığım, seni nereye götürüyorlar? Seni toprağa
gömecekler.
Seni öyle dar, öyle gam ve kederle dolu bir eve götürüyorlar
ki, altına ne halı serilir ne de hasır.
Orada geceleri ne bir ışığın var ne de gündüzleri bir dilim
ekmeğin. Ne yemek kokusu duyarsın, ne de yemek verirler.
Evinin kapısı olmadığı gibi, çatısına çıkacak bir yolun da
yok. Etrafında dertleşebileceğin bir komşun olmayacak.
Güneş görmeyen bu karanlık yerde, ne olur halin babacığım?''
O sırada cenazede bulunan bir başka çocuk, babasının elinden
çekiştirerek,
''Baba, bu ölüyü bizim eve mi götürecekler? diye sordu. Babası
kızarak,
''Aptal olma oğlum'' dedi. Çocuk,
''Baba bu çocuğun saydığı özelliklerin hepsi bizim evde var.
Anlattığı gibi, ne hasır var ne ışık var ne de doğru dürüst
kapısı, avlusu, çatısı var. Yiyecek, içecek bir şeyimiz de
yok'' dedi.
***
Allah'ın nurunun güneşiyle aydınlanmayan gönüller de mezar
gibidir. Mârifet ve hakikate kapalıdır. Böyle bir gönülden,
mezar daha iyidir.

Gel, nursuz kalmış beden kuyusunun gönül mezarından çık
kurtul. Gökyüzünün güneşi ol. Vaktin Yusuf'u olduğunu bil...(Mesnevi Seçme Hikayeler)

* * * * * * * * * * * * *

Dört Hintli müslüman ibadet etmek için mescide girdi. Namaza
başladılar. Bu sırada mescidin müezzini geldi. Namaz kılan
Hintliler'den biri, namazda olduğunu unutarak müezzine
seslendi:
''Müezzin, ezanı okudun mu?Yoksa, vakit daha girmedi mi?''
Yanındaki Hintli,
''Kardeşim namaz kılarken konuştun, namazın olmadı'' dedi.
Diğer Hintli,
''Amca, sen onu ikaz ederken, senin de namazın bozuldu'' dedi.
Dördüncü Hintli,
''Allah'a şükürler olsun, sizin düştüğünüz hataya düşmedim.
Konuşarak namazımı bozmadım'' dedi.
Bu şekilde, dört Hintli müslümanın da namazı bozulmuş oldu.
***
Nefsânî huylarını terketmeyen, kötü ahlâk sahipleri mânen
hastadır. Hastalığını tedavi etmek için gayret göstermelidir.
Kendi ayıbını ve kusurlarını görmek, mânevî hastalığın
ilâcıdır.
Başkasının ayıbını görmek, o ayıbı satın almaktır. Kendi kusur
ve ayıplarıyla meşgul olana ne mutlu! ...(Mesnevi Seçme Hikayeler)



..Açıklama: Mübârek Gün ve Gecelerde Yapılması Tavsiye Edilen DUÂ ve İBÂDETLER“ isimli eserlerde, tarif edilen bazı namaz, oruç ve duâlar hakkında „mutlaka kılınmalı, tutulmalı, okunmalı“ gibi ifadeler yer almış bulunmaktadır. Halbuki buralarda tarif ve tavsiye edilen ibâdetler, nâfile ibâdetler cümlesinden olup, yerine getirilmesi mecbûri değildir. Fakat, bu „mutlaka“ kelimeleri ile, sadece tarif edilen nâfile ibâdetlerin ehemmiyetine ve karşılığında verilecek mükâfatın büyüklüğüne işâret edilmek istenmiştir.Nitekim hadîs-i kudsîde: „Farzlarla, kulum benim gadabımdan (azabımdan) kurtulur. Nâfilelerle bana (benim rızama) yaklaşır“, buyurulmaktadır.
Böylece; nâfile ibâdetleri yerine getirmek mecbûrî olmamakla beraber, bu ibâdetler kulu Allah'a yaklaştırmaktadır.O halde; mânevî mertebelere nâil olmak isteyen herkes, bu tarif edilen ibâdetleri imkân nisbetinde yerine getirmelidir. Yapılmadığı takdirde ise, mânevî bir mes'ûliyeti yoktur...

Hayırlı Kandiller....

3.08.2009

Müslüman Uyanık Olmalı


... Tasavvuf ehli iki bölümde anlatılır.

Sünniler: Bunlar, sözde, işte; şeriat ve onunmanası olan tarikata tamamiyle uyarlar. Bunlara:Ehl-i Sünnet vel-cemaat, tabiri kullanılır.

Bu zümrenin bir kısmı cennete azapsız, hesapsız girer. Bir kısmı da az azap ve az hesap verir girer.Cehennemde az kalır; doğruca cennete giderler.Ateşte ebedî kalmazlar. Orada ebedî kalmak kâfirlere, münafıklara hastır.”

“Ehl-i Sünnet vel cemaat imamlarının iddiası şudur:

-“Ashab-ı Kiram, peygamber S.A. efendimizin sohbeti bereketi ile derin bir vecd ve cezbe içinde bulunuyordu. Sonradan o hal dağıldı. Bu yolun manevî varislerine intikal etti. Bu da birçok kollara bölündü.. O kadar bölündü ki, zayıfladı ve dağıldı.Birçoğu suret halinde kaldı. Manası olmayan bir şeyhlik unvanına sarıldı. Bunlar da birçok şubelere ayrıldı; bid’at ehli meydana çıktı.Bir kısmı, kalenderi yolunu bir kısmı, hayderi yolunu tuttu;bir kısmı da edhemi olarak ortaya atıldı. Ve daha niceleri.. Şerhi uzun olur.”

“Bu zamanda tam fıkıh ehli olarak, yürüyen azdan azdır.Bu yolun gerçek yolcuları iki şahitle tanınır:

Onun biri, zahir; öbürü batın.. zahir halin dinî emirlerle tahkim edilmiş olması gerekir. Batınhalde ise, kime iktida ettiğini bilecek..

Elbet bu uyulması, iktida edilmesi gereken varlık Peygamber S.A.efendimiz olmalı. O Hakla arasında bir vasıta sayılır. Bu vasıta şüphesiz,Peygamber S.A. efendimizin ruhaniyetidir.

İşte manevî sülûkün böyle devam etmesi icab eder.Onun ruhaniyeti, yerinde cismanî, icabında ruhanî olarak tam varis olan zata gelir. Çünkü şeytan Peygamber S.A. efendimizin şeklini temsil edemez.

Burada Hak yolcuları için işaret vardır. Dikkat etmelidir; tâ ki, yolcuları körü körüne olmaya..” “Hak yolcusunun zeki, basiret sahibi ve anlayışlı olması icab eder.”

“Yolcu daima işin sonuna bakmalı.. Önden yapılan işleri de iyi düşünmeli zahirdeki hallerin tadına aldanmamalı.

Tasavvuf ehli der ki, yapılan işler onu yaratana aittir. İnsanın elinde tam yetki olmadığına göre, birbaşka şekle girmesinden korkmalıdır.”

“Velîlerin kerameti, içinde bulundukları halleri gerçektir. Ancak, ilâhî mekirden ve istidraçtan emin olamazlar. İstidraçtan salim olan, yalnız peygamberlerin gösterdiği mucizelerdir.


...Demişler ki:-Son nefesin kötü geçmesinden korkmak, onun rahat geçmesini sağlar.” “Hak yolcusuna lâzım olan, Allah’ın kahrından kaçmaktır. Yine gerekir ki, varlığını ona arz ede,neyi varsa onun önüne sere ve böylece ondan ona kaça...Salike gereken onun varlığı önünde diz çöküp maddi varlığını soya, hatalarını itiraf ede ve onunkapısı önüne serile... Bunları yaparsa onun feyzine,fazlına, lütfuna, merhametine erer ve günahları erir.. Çünkü o, çok iyidir, merhameti çoktur,cömert ve kerimdir. Ezelî padişah ve büyük sultandır.”... Amin..


'Kaynak:AbdülKadir Geylan-i(k.s)"Kimya-i Saadet'

31.07.2009

Hz. Resulullah'a(s.a.v) Sevgi..


Anlatıldığına göre adamın biri çöl ortasinda yürürken gözünün önüne çirkin bir yüz dikilir.

Adam «sen kimsin» der. Çirkin yuz «ben senin çirkin amellerinim» diye cevap verir.

Adam «senden kurtulmanın yolu nedir» diye sorar.

«Peygamber (S.A.V)'e selât-ü selâm getirmektir.»der..

Nitekim Peygamberimiz (S.A.S.) söyle buyuruyor: "Bana getirilen selât-ü selâm, sırat köprüsü üzerinde ışıktır, cuma günü seksen kere selât-ü selâm getiren kimsenin geçmis seksen yillik günahi affedilir» der.

Yine anlatildigina göre ademin biri Peygamberimize Hz. Muhammed (S.A.S.)'e selâm getirmezdi, bir geçe rüyasinda Peygamber'imizi (S.A.S.) görür, fakat Peygamber'imiz (S.A.S.) yüzünü adama çevirmez.

Adam «ey Allah (C.C)'in Resul'ü! Yoksa bana kızgın mısın» diye sorar. Peygamber'imiz «hayır» diye cevap verir.

Adam «o halde niye yüzüme bakmıyorsun?» diye sorar. Peygamber'imiz (S.A.S.) «çünkü seni tanımıyorum» diye karsilik verir. Adam «beni nasıl tanımazsın, ben senin ümmetinden biriyim, cümlenin anlattigina göre sen ümmetini ananın çocugunu tanıdığından daha iyi tanırsın» der.


Peygamber'imizin (S.A.S.) cevabı söyle olur: "Alimler dogru söylemişler, yalnız sen üzerime selât-ü selâm getirerek beni hatırlamadin ki! Benim ümmetimi tanımam, üzerime getirecekleri selât-ü selâm ile ölçülüdür".. Bu arada adam uyanir, ve her gün Peygamber'imize (S.A.S.) yüz kere selât-ü selâm getirmeyi üzerine borç haline getirir ve bunu yapar. Bir müddet sonra Peygcmber'imizi (S.A.S.) yine rüyasinda görür. Peygamber'imiz (S.A.S.) ona «simdi seni taniyorum ve sana sefaat edecegim» diye müjde verir. Çünki adam Rasulullahi sever olmustur.


Ulu Allah (C.C.) buyurur ki: "Ey Rasul'üm! de ki, eger Allah'i seviyorsanız, bana uyunuz da Allah´da sizi sevsin ve günahlarınızı affetsin. Hiç süphesiz Allah, bagışlayıcı ve esirgeyicidir" (Al-i imran Süresi- 31; Ayet-i kerimenin nüzul sebebi söyle nakledilir:

Peygamber'imiz (S.A.V) K'ab Ibni Esref ile adamlarını islâmı kabul etmeye davet ettigi zaman onlar da Peygamberimize (S.A.V) «biz Allah'ın ogullari yerindeyiz, o yüzden biz Allah'ı daha çok severiz» diye cevap verdiler. Adamların bu cevabına karsılık ulu Allah (C.C.) Peygamber (S.A.V)'in onlara su mahiyette bir cevap vermesini murat etmis olmalidir:

.. Eger siz Allah (C.C.)'i seviyorsaniz, teblig ettigim dini kabul ederek bana uyunuz. Çünkü ben O'nun bildirisini size ulastiran ve sizinle ilgili hükümlerini açıklayan bir Allah (C.C.) Resulüyüm. Eger benim O'nun adina yaptigim davete uyarsaniz, o sizi sever ve günahlarinizi bagislar. Hiç süphesiz O. bagislayici ve esirgeyicidir.

Mü'minlerin Allah (C.C.)'i sevmesi, O'nun emrine uymakla. ibadetine kosmakla ve hosnutlugunu aramakla olur. Allah'ın (C.C.) mü'minieri sevmesi, onlara merhametle muamele etmesi, onları mükâfatlandırması, günahlarını bagışlaması, onlara rahmet, günahtan korunma ve başarı ihsan eylemesi demektir...

Kaynak: Kalplerin Keşfi-İmam-ı Gazali(r.h)

Sünnet-i Şerif Ve Hadis İnkarcılarına Duyurulur

 "Bununla beraber Allah ve Resulü bir işe hükmettiği zaman, gerek mümin bir erkek ve gerekse mümin bir kadın için, o işlerinde baş...